Define İşaretleri AnlamıErmeni Gömüleri

Osmanlıda Eşkiyalara Bakış, Devlet Arşivi.

Bu çalışmamızda, konu üzerinde çalışanlar tarafından “sosyal eşkıyalık” diye tanımlanan olgu; arşiv belgeleri arasından yapılan seçmeyle, Osmanlı tarihi açısından incelenmiştir. Öncelikle sosyal eşkiyalık nedir ve sosyal eşkıyaların özellikleri neler olmalıdır ? Sorularına cevap aranmış, sonra resmi belgelerden ve yapılan alan çalışmalardan bu konuya ait veriler değerlendirilmiştir.

Terimler ve Kavramsal Çerçeve Eşkiya ve asi kelimeleri hemen tüm dillerde aynı veya yakın anlamlarda kullanıla gelen terimlerdir. Arapça “şeka” mastarının öz- nesi olan “şaki” kelimesi lügatlerde; şekavette bulunan, fena hareketli, haylaz, günahkar, asi ve haydut anlamında geçmektedir. Bu kelime dilimizde, Arapça “muharrib” kelimesinin karşılığı olan; yol kesen (kuttai’t tarik), harami, haydut anlamında da kullanılmaktadır. (Şemseddin Sami, 1317: 781; Ahmet Vefik Paşa, 2000: s.699, 822; Bardak oğlu, 1995: 463) Şaki kelimesinin çoğulu ise, “eşkıya” dır.

Hukuki açıdan ise eşkıyalık şöyle tarif edilmektedir: Malı gasp etmek, zapt etmek, suikastta bulunmak, öç almak, ülkelerin iç huzurunu bozmak için ev, çiftlik, köy, kasaba, ağıl, değirmen vs. yerleri basarak veya yakıp yıkarak, tahrip ederek, insanları öldürerek, yollarda ve geçitlerde soygun yaparak, adam kaçırmak. Bu fiillerinden dolayı hapis iken firar ederek, silahla dolaşıp, emniyet ve asayişi tehdit ve ihlal etmek.

Yaşadıkları coğrafi bölgeler ele alındığında dünyanın hemen her yerinde görülmesi muhtemel olan eşkıyalara, kuzeyde-güney- de, İslam dünyasında, Çin’de hatta Avustralya’da bile rastlamak mümkündür. Bu insanları, kapitalist ve endüstrileşmiş toplumlardan önceki tarımsal kapitalizme geçişe kadar olan dönemlerde görmek mümkündür.

Yapılan tanımlamalara göre toplumsal eşkıya; hükümdar veya devlet tarafından suçlu kabul edilir ama köylüler için bunun tam ter- si bir kişilik olarak algılanır. Köylülerin kahramanı olan bu insanlar, adalet için mücadele eder, düşkünlerin hakkını arar ve hürriyet kah- ramanı görüntüsü verir, tüm bu özellikleri onu her zaman destek- lenmesi gereken kanun kaçağı köylüler haline getirir. Betimlenen özelliklerine göre; toplumsal bir eşkıya, ne kendi yetiştiği çevrede ne de başka herhangi bir köyde köylünün elindeki ürüne el koymaz ve alıp kaçmaz. Bunu yapanlar toplumsal eşkıya statülerini kaybe- derler.

Eşkıyalar, yaptıkları işin doğası gereği; izlerini sürenlerin zorlanacağı dağlarda, çöllerde, ormanlarda, akarsu kenarlarında,ulaşılması zor deltalar gibi alanlarda yoğun olarak faaliyet göster- mişlerdir. Endüstrileşmiş toplumlar öncesinin zor şartları içerisinde, yolculukların ağır yapıldığı dönemlerde, ticari faaliyetlerin yapıldığı anayollar eşkıyaların en gözde faaliyet alanları olmuştur. Modern devletlerin kurulması, bürokrasideki işleyişin hızlanması, daha düz- gün ve hızlı ulaşıma imkân tanıyan yolların yapılması eşkıyalara ağır darbe vurulmasında yeterli olmuştur. Kısaca ekonomik geliş- meler, etkili haberleşme ve ulaşım ağlarının kurulması ve devletlerin yönetimsel becerilere ulaşmaları her türlü eşkıyalığın gelişmesine engel oluşturmuştur.

Diğer birçok sosyal hareketlerin artmasın da görüldüğü gibi eşkıyalığın da kökeninde ekonomik krizler ve halkın yoksullaşması birincil öneme sahiptir. Böylesi dönemlerde, yönetici otoritenin sı- kıntıları vardır, halk sosyo-ekonomik yönlerden kriz içerisindedir. Merkezden yerel yöneticilere verilen emirler daha serttir, yerel oto- rite bazı durumlarda çaresiz bile kalmaktadır. Bu durum ise eşkiyanın ekmeğine yağ sürer. Celali isyanlarının “Büyük Kaçgun” diye adlandırılan dönemlerinde ve diğer bazı olağanüstü hallerde Osmanlı merkezi yönetiminin taşraya gönderdiği yüzlerce emirde bu sertliği görmek mümkündür.

XVI. Yüzyıl süresince hemen tüm Akdeniz ülkelerinde arttığı gözlenen eşkıyalığın altında yatan temel sebep köylülerin hayat standardındaki bozulmalardır.  Yani eşkıyalık, bozuk düzenlerin ve düzensiz toplumların ortaya çıkardığı evrensel bir olgudur. (Bayrak, 1985:99)1 Böylesi dönemlerde sadece eşkıyalık değil, hırsızlık, soygun, ahlaki bozulmalar gibi diğer bir- çok toplumsal huzursuzluklar da artmaktadır.

Eşkıyalığın mevsimlere bağlı olarak artış gösteren bir olgu olduğu göz ardı edilmemelidir. Eşkıyaların faaliyetleri harman zamanı ile beraber artış göstermekte olup, soğuk aylarda ve kışın durgunlaşır. Eşkıya guruplarının insan kaynağı ise, köylü işsizler, özellikle dağlık ve kıraç alanlarda hayvancılıkla uğraşan ailelerin delikanlı çocuklarıdır. Tıpkı Toros Dağlarını kendine faaliyet alanı olarak se- çen İnce Memed gibi.

Eşkıyalık için en uygun sınıflardan biri de asker kaçakları veya eski askerlerdir. Bu askerlerin cepheden döndükten sonra veya askerlik mesleğini bıraktıktan sonra düştükleri durum, bunların davranışlarını açıklar. Zira eski mesleklerinde edindikleri alışkanlıkları, köylülerin bir parçası olmalarına rağmen, bu insanları köy ekonomisinin dışında bırakmaktaydı.

Konunun başka bir ucunda yer alan ve her zaman sosyal eşkıyalarla karıştırılan diğer bir gurup da adi eşkıyalardır. Bu insanların derdi köylülerin ve garibanların sempatisini kazanmak değildir. Çünkü köylüler de diğer tüm dürüst insanlar gibi adi suçluların düşmanıdırlar. Sosyal eşkıyaların yaşam alanları, adi eşkıyaların yılda bir iki defa uğrayıp, ihtiyaçlarını temin ettikleri Pazar, panayır gibi kırsal alanlardır.

Konumuz içerisinde ele alınması gereken en önemli başlık asil soygunculardır. Asil soyguncuların belirleyici özellikleri vardır: Evvela bu gurubun üyesi olmaya aday bir genç bu işe istemeden bulaşmıştır. Başlangıçta kendisine yapılan bir adaletsizlikle karşı karşıyadır. İkinci olarak, o yanlışları düzeltmekle vazifelidir. Zenginden alıp yoksula vermek için soygun yapar. Mensup olduğu halk ona destek olur ve onun hayranıdır. Ömrü yeterse halkının arasına geri döner, çünkü hiçbir zaman birlikte olduğu halkı terk etmez. Bu insanların ölümleri genellikle ihanete bağlıdır. Aslında kralın veya imparatorun değil, yerel bir takım yetkililerin düşmanıdır. Tüm bu sayılan özellikler sonunda o artık görünmez bir kahramandır.

Bu sınıfa giren eşkıyaların, tüm dünyada en çok tanınan kahramanı Robin Hood’dur. Şarkılarda, baladlarda ve teoride en çok işlenen ve bilinen kahraman olan Hoodun aslında gerçek hayatta hep böyle olmadığı söylenmektedir. Ama yine de köylü eşkıyalardan beklenen birer Robin Hood olmalarıdır. Ancak pek doğal olarak bunlardan pek azı böyle bir kimliğe sahip olabilmişlerdir. Asil soyguncu ile karşılaştırıldığında, haydutların veya adi eşkıyaların Robin Hood olduğunu söylemek imkansızdır. Acımasız ve korkunç olmak, bu tür eşkıyaların, “gariban dostu olmak”tan daha önce gelen bir özelliğidir.

Yukarda verilen tanımlar ve kavramsal çerçeve içerisinde, şimdi Osmanlı coğrafyasından örnekler ele alarak konumuzu genişletebiliriz.

Osmanlı’da Toplumsal Eşkiya Var-mıydı ?

Hem dünyanın başka yerlerinde hem de Osmanlı Devletinde asi ve eşkıyaların merkezi otoriteye karşı verdiği mücadelelerde başarılı olduğu durumlarda bile, taşra sakinlerine ciddi bir siyasi alternatif sunduklarını söylemek hemen hemen hiç mümkün olmamıştır. Aslında eşkıyalar çoğu yerde var olan siyasi yapıya karşı görünmelerine rağmen genellikle onların belirlediği kurallar çerçevesinde ve sınırlı alan içerisinde faaliyetlerini devam ettirebiliyorlardı.

16. ve 17. yüzyıllarda hem Doğu’da hem Batı’da uzun ve yıpratıcı seferler ile uğraşan Osmanlı hükumetlerinin içerisinde bulunduğu zor durumu fırsat sayan birçok eşkıya reisi, çoğu zaman ellerine çok iyi fırsatlar geçse bile, bunlardan faydalanarak yeni bir siyasi oluşuma girişememişlerdir. Araştırmacılar tarafından bunun tek istisnası olarak gösterilen ve Halep’te bağımsız bir devlet kurma fikri olduğu söylenen Can bolat oğlu Ali Paşa dahi Padişah Sultan I. Ahmed’in otoritesine açıkça meydan okumakta çok aciz kalmıştır. En sonunda kendisi ve adamları için daha iyi makamlar talep etmek- ten öteye gidememiştir. Böylesine iki ileri bir geri adım atma yöntemi sayılabilecek faaliyetlerle elde edilebileceklerinin en iyisine sahip olmak bu asi liderlerinin temel amacı olagelmiştir. Her ne kadar Canbolat oğlu Ali, devletin isyancı bir paşası olup, asi sayılması gerekliyse de devlete ve padişahın otoritesine doğrudan karşı çıkması sebebiyle devlet idarecilerinin gözünde bir eşkıya kabul edilmekteydi. Bu şekilde adlandırmalara dönemin belgelerinde sıkça rastlanmaktadır.

Eşkıyaların ve asilerin siyasi bir rakip oluşturamamasında ve halk adına himayeci rolü oynayamamasında Osmanlı taşrasındaki yönetim anlayışının önemli bir yeri vardır.

Osmanlı coğrafyası; yüzlerce yıl süren savaşlara sahne olmuş bir ülkedir. Yöneticiler bu savaş dönemlerinde, taşradaki serbest ortamı değerlendirmek isteyerek eşkıyalığa başlayan unsurlara karşı çeşitli yollarla halka kendini savunma fırsat vermiştir; reayaya köylerini korumaları için silahlanma izni verilmiş, eşkıyaya karşı kendilerini korumaları istenmiştir. Aslında yöneticilerin düşündüğü bu tedbir konjonktür-el bir durum olup, devletin kontrolü elinde tuttuğu zamanlarda ve özellikle barış dönemlerinde bunun tam tersi bir uygulamayla halkın elindeki silahlar toplatılmıştır.

Yine aynı kaygılarla izin verilen diğer bir uygulama da yerleşim yerlerinin etrafına koruma amaçlı yapılan “palankalar”dır. Köylerin ve kasabaların etrafına yapılan bu yüksek hendeklerin yapım ve yıkım kararı için de aynı şekilde şartlara göre davranılmıştır.

Reayaya verilen bu silah taşıma ve palanka yapım izni, eşkıyaların halkın arasına katılarak daha rahat hareket etmesini ve yerleşim birimlerine rahatça saldırmalarını engellemiş olmalıdır. Çünkü bir yere baskın düzenlemek isteyen eşkıya biliyordu ki, köylüler- de de silah vardı ve kendilerine karşı koyabilirlerdi. Artık köylüler kendi halinde savunmasız ve silahsız soyulmayı bekleyen kitleler değildi. Devletin gösterdiği bu esnek politika, savaş zamanlarında köylü gençlerin top yekun eşkıyaların arasına katılmasını önlemiş olmalıdır. Kendilerini koruyacak güçleri varken yeni kahramanlara ihtiyaç hissetmemişlerdir. Ama bazı durumlarda bu silahlar devletin başına iş açıyordu. Macera arayan gençler, silahın verdiği cesaretle ve daha çok kazanmak umuduyla eşkıyaların arasına katılıyordu. Böyle durumlarda ise yöneticilerin aldıkları en iyi tedbir, halkın elinde bulunan bütün ateşli silahları toplatmak oluyordu.

Araştırmacılar çoğu zaman, adi suçlular sayılan eşkıyaların nasıl bir başlangıç yaparak ortay çıktıklarını kestirememektedirler. Çok bilindik olan bazıları hariç, birçoğunun eşkıya olmalarının öyküsü çok büyük bir yüzdeyle meçhuldür. Devletin resmi belgelerinden, sicillerden ve mühimme defterlerinden öğrenebildiklerimiz, bizlere, onların nasıl eşkıya oldukları hakkında çok az bilgi vermektedir. Birçoğunun çıkış sebebi ekonomik olan bu isyanlara kalkışanların ne kadar topluma yakın olduklarını, onların derdiyle ne kadar ilgilendiklerini kestirmek de son derece güç bir iştir. Elimizdeki kaynakların verdiği bilgilerde, bu insanların halka ne kadar sıkıntı verdikleri çok açık bir şekilde yazılmaktadır. Bununla alakalı binlerce belge araştırmacılar tarafından bilinmektedir.

Yukarıda verilen bu gerçeğe rağmen bazı durumlarda halkın ehli örf taifesinden olan şikayetleri sebebiyle eşkıyaya destek çıktığı da görülmektedir. Örneğin Bolu Sancağı’na bağlı bazı kazalarda daha önceden çıkan “suhte”lerin ve diğer bazı eşkıyaların temizlenmesinden sonra geçen 7-8 yıl içerisinde buraların hiç teftişe tabi olmadığı belirtilerek, sancak beyinden eşkıya teftişine çıkması istenmektedir. Ancak halk; “…biz miriye tavuk virüriz; min-ba’d sancak beylerinin yedi sekiz seneden beri bizimle alakası kalmamışdur ve eşkıyamuzdan teftiş itdürmezüz…” diye gönderi- len padişah emrine ve sancak beyine karşı gelmişlerdir. Halkın bu şekilde, padişah emrine rağmen eşkıya teftişi yaptırmak istememesi, onların eşkıyaya sahip çıkmasından daha ziyade,ehli örf taifesinin isteklerinin bıktırıcılığında aranmalıdır. 17. yüzyıl belgelerinde en çok şikâyete konu olan başlıklardan birincisini, taşra idarecilerinin “devre çıkmak” bahanesiyle halka yaptıkları baskılar oluşturmaktadır.

Bir yandan eşkıyalar, diğer yandan asi paşalar ve bir de devletin resmi görevlileri halkın canından bezmesine sebep oluyorlardı. Merkezden belirli aralıklarla gönderilen adaletnamelerde, taşra yöneticilerinin bu konularda nasıl davranmalarının gerektiği defalarca kendilerine hatırlatıl-maktaydı.

Bazı belgelerde, halkın, özellikle medrese öğrencilerinin (suhteler) isyanlarının bastırılmasından sonra, geride kalan, kaçıp kurtulan suçlu öğrencilere sahip çıktıkları gözlenebilmektedir. Reayanın bu davranışlarında hakim olan düşüncelerini tam tespit edebilmek zor olsa da, halkın kendi çocukları olan bu gençleri koruma ihtiyacı hissettiklerini söylemek mümkündür. Ayrıca dini duygularla bu öğrencilere sahip çıkılmış olması da akla yatkın bir diğer seçenektir. Çünkü bu gençler gelecekte ilmiye sınıfının bir üyesi olarak, halkın çeşitli yönlerden aydınlatılmasında ve adaletin dağıtılmasında en önemli görevleri üstleneceklerdir.

Suhtelere elbette halk arasından çıkan kahramanlar gözüyle bakılmıyordu ama yine de devlet nazarında suçlu olan bu gençler, bazı yerlerde padişah emirlerine karşı gelme ve gönderilen devlet güçleriyle çatışma bahasına da olsa korunuyor ve saklana-biliyorlardı.

Yine suhteler, kendi arkadaşlarından bazıları devlet görevlileri tarafından yakalandığı zaman, bir sınıf bilinci içerisinde hareket ederek, arkadaşlarını kurtarmak için çeşitli yolları denemekteydiler. Bu, bazen görevlilere saldırmak, onlara karşı gelmek ve eğer güçleri yeterse arkadaşlarını yetkililerin elinden alıp kaçırmak şeklinde kendini göstermekteydi.

Nadir de olsa eşkıyadan bazıları emirleri altında topladıkları şakilere lider olarak, bulundukları yörede bulunan devlet görevlilerine müdahalede bulunup, mahkeme kararlarını bile kendi istedikleri şekillerde sonuçlandırıyorlardı. Bunlar; halkın önüne geçerek vergi toplayan görevlilere karşı geliyor, vergilerin toplanmasını engelliyor ve bu şekilde yaşadıkları yerlerde devlet aleyhinde faaliyette bulunuyorlardı. Belgelerin diliyle söylenecek olursa, fitneye sebep oluyorlardı.

Osmanlı tarihinde sosyal eşkıyalar konusunda bazı bilim adamlarının en çok bahsettiği örnek, 1580-81 yıllarında isyana başlayan Köroğlu Ruşendir. Köroğlu, devlet katında sadece bir cela- li olarak kalmıştır. Ancak daha sonradan bu konu üzerinde çalışan bilim adamları Köroğlu Destanının farklı versiyonlarından yola çıkarak Köroğlu’nun bir halk kahramanı olduğuna değinmişlerdir. Aslında böyle tanınmasında; uluslar arası ünü olan bir kişilik haline gelmesinde, destanlarının birçok ülke ve yörede anlatılmasının etkisi büyüktür. Ayrıca günümüz araştırmacılarından bazıları da ona böyle bir misyon yüklemişlerdir. Anadolu’da anlatıla gelen bazı rivayetlere göre; Köroğlu gerçek anlamda bir celali olup, daha sonra yapılacak olan İran savaşlarında Osmanlı kuvvetleri içinde devlete hizmet etmiştir. Celali liderlerinin bu şekilde kendilerine bir geçim kapısı açmak istemeleri, daha sonraları tarih sahnesine çıkacak olan hemen tüm namlı eşkıya liderlerinin takip ettiği bir yol olacaktır.

Köroğlu; tarihçilere göre, ilk tanınan levent bölük başlarından birisi veya başka bir ifadeyle ünlü bir celali reisidir. Gerede Bolu arasında 200 kişilik bir eşkıya topluluğuyla haydutluğa başlamış, daha sonra güçlü Celalileri emri altına alarak gerçek bir eşkıya lideri haline gelmiştir. Bekli de onun günümüzde bir kahraman olarak tanınmasının en önde gelen sebebi, o bölgede hem resmi görevlilere, hem de kadılara saldırmış olmasındandır. Ancak unutulmamalıdır ki Köroğlu, aynı zamanda gariban köylüleri soymaktan da geri durmamıştır. (BOA, Mühimme Defteri 51: 67/210’dan aktaran, Akdağ, geçtiğimiz bir diğer örnek, Veli Baba tekkesinde öldürülen babası Kara Haydarın öcünü almak için 1645 yılından sonra harekete geçtiği bilinen Kara haydar’ın oğlu Mehmed’dir. Yaptığı zulümleri merkezden gönderilen emirlerde açıkça gördüğümüz bu eşkıya lideri, günümüzde halk kahramanı gibi anlatılmıştır. Halk adına bu işleri yaptığı kabul edilen birisinin, her sıkıştığında devletten kendisi ve adamları için işe yarar makamlar talep etmesini anlamak araştırmacılar için zor bir meseledir. Kanaatimizce, arkalarından türküler yakılmış olması bu türden eşkıyaların sorgulanmadan halk kahramanı kabul edilmesini gerektirmez.

Doğal olarak Osmanlı ülkesi gibi geniş bir coğrafyanın bir merkezden kontrol edilmesi çok zor bir hadisedir. Bu sebeple devle- ti idare edenler diğer birçok problemi çözme konusunda olduğu gibi eşkıya ile mücadele ederken de çeşitli pratik çözümler getirmişlerdir. Bunlardan en geçerli ve en çok uygulananlardan birisi, ahaliyi birbi- rine kefil yapmaktır. Eşkıyalar bir yere saldırdıklarında veya o yerlerde görüldüğünde halkın bu durumu devlet görevlilerine bildirme- si için mahkemelerde sözleşme yapılıyordu. Böyle bir uygulamayla eşkıyaların halk arasında rahatça dolaşmaları engellenmek istenmiş olmalıdır. Ayrıca halkın haydutlara yataklık etmesi veya eşkıyaya yakınlaşmalarının da önüne geçilmiştir. Ama bütün bunlara rağmen özellikle ayanların güçlendiği 18. ve 19. yüzyıllarda, taşrada iktida- rını kuvvetlendiren bazı ileri gelenler kendi çıkarlarını düşünerek, halkı devlete karşı ayaklandırmak amacıyla tahrik etmemişlerdir.

Osmanlı devlet yönetiminde esas olan merkezi hakimiyettir. Devlet, kendi merkezini, yani payitahtı ve belli bir dönemden son-ra gerekli gördüğü birçok yeri kapı kulları ile korurken, merkeze yakın veya uzak birçok yerleşim yerini de, çoğu yerde en az kapı kulları kadar devletine sadık olan ve böyle davranmakta da çıkarı olan tımarlı sipahiler vasıtasıyla idare ediyordu. Bu yönetim esna- sında adalete yapılan vurgu ve karşılaşılan problemlerin durumuna göre gösterilen esneklik, adi eşkıya veya toplumsal eşkıya diye ad- landırılan kişilerin ve gurupların faaliyet alanlarını daraltan ve halk nazarında onların itibarını düşüren önemli unsurlar olmuştur. Devlet kendisine sadık yönetici veya ileri gelen taşra seçkinleri çıkarmakla ve bunları zamana göre kendi reel-politik çıkarları için kullanmakla zaten taşrada otokontrol mekanizmasını işletmekteydi. Bu mekaniz- ma, taşrada aynı amaç için birleşmiş örgütlü hareket edebilen güçle- rin varlığını engellemekteydi.

19. yüzyıla gelindiğinde artık Osmanlı Devleti hem içeride hem dışarıda daha fazla problemle uğraşmak zorunda kalmıştır. Ar- tan dış baskılar ve içerideki güçlü merkezi yapının her geçen gün biraz daha zayıflaması, taşrada yerel güçlerin doğmasına fırsat vermiştir. Osmanlıdan önceki hemen tüm islam devletlerinde bilinen ve Osmanlı idarecilerinin ve siyasetname yazarlarının da çok önem verdikleri “dairei adliye” diye formüle edilen düzen artık bir çıkmaza girmiştir. Adaleti temin etmekte güçlük çeken devletin dolduramadığı boşluk, taşrada halkın kendi içerisinden çıkan meşru veya gayrı meşru bir takım güçler tarafın- dan doldurulmak istenmiştir.

Bu güçler içerisinde bazıları sıkıntı içerisinde olan halkın yanında yer almış görünmektedir. Bunlardan birisi de 1830’lu yıllarda isyan eden Atçalı Kel Mehmed’dir. Dönemin belgelerinde “Aydın İhtilali” olarak geçen bir hareket başlatan Atçalı’nın kendi ifadelerine bakılırsa, davasının voyvodalara karşı fakir fukarayı korumak olduğu görülmektedir. Bu dönemde özellikle Ege Bölgesinde baş gösteren zeybek ayaklanmala- rından bazıları halkın çıkarları için yapılmış olabilir. Ancak resmi belgelerin hiç birisinde bu faaliyetler olumlu olarak karşılanmamış ve bunlar “din ve devlet düşmanı bozguncular” olarak kabul edilmişlerdir. Aynı bölgede, bu dönemde Rum eşkı-yaların da faaliyet gösterdiği göz önüne alınırsa, devletin bu bakış açısı yadırganmamalıdır…

SONUÇ Bazı batılı ülkelerin tarihinde görülen sosyal eşkıyalık hadisesi, Osmanlı ölçeğinde ele alınırken, Osmanlının kendine özgü bir takım dinamiklerini göz ardı etmeden meseleye bakmak gerekmektedir. Osmanlı tarihinin yoğun bir eşkıyalık ve isyan hareketine sahne olduğu rahatlıkla söylenebilir. Ancak, diğer bazı devletlerde kesin bir şekilde var olduğunu iddia edilen sosyal eşkıyaların Osmanlı ülkesinde kaç örneği olduğu veya olup olmadığını tespit etmek çok güçtür. Bu özellikle klasik dönem tabir edilen 17. yüzyıl sonuna kadar ki devre için kesinlikle karmaşık bir problemdir. En bilinen örnek Köroğlu üzerinde yapılan çalışmalar muhtelif sonuçlar vermektedir. Devletin bu tür insanlara bakışı ise doğal olarak, kesinlikle olumsuzdur. Çünkü hiçbir devlet var olan otoritesini başka bir gurup veya kişiyle paylaşmak istemez.

Eşkıyaların hemen hiç birisi kesin bir devlet düşmanlığı veya devletten ayrılama amacı güderek bu kalkışmalara girişmemişlerdi. Bunların esasında bilerek veya bilmeyerek köylü ve kentli halka düşmanlık ettiklerini rahatlıkla söyleyebiliriz. Halkı Allah’ın bir emaneti kabul eden Osmanlı yönetim sistemi, her zaman eşkıyanın himayeci görüntüsünden üstün gelmiş ve halk asilerden çok devletin yanında olmayı tercih etmiştir. Bunu dönemin belgelerinde İstanbul’a gönderilen şikâyet dilekçelerinde görmek mümkündür. Reaya, her ne kadar çok zor şartlar içinde yaşamış olsa da çok büyük bir kısmı taşrada çıkan bu kalkışmaların birincil unsurları içerisinde yer almamış görünmektedir. 19. yüzyıldan sonra özellikle Batı Anadolu’da ortaya çıkan bazı eşkıyaların halka daha yakın, halkın derdiyle dertlenen insan tipleri olduğu gözlenmiş olsa da bu konu hala ciddi tetkik bekleyen bir problem olarak araştırmacıları beklemektedir…

yukarıda yazılanlar tamamen Osmanlı arşiv belgesidir, belge tarafımdan düzenlenip okunaklı bir hale getirilmiştir. MendereS

Yorumlar

  1. Akaşik dedi ki:

    Bu kadar uğraşmış çevirmiş, yazmış kimse Teşekkür etmemiş ben edeyim bari belki arkası gelir “Menderes’e ve emeği geçen herkeze Teşekkürler.