Eşkıyalık, Kabadayılık, Külhanbeylik ve Silah Toplama
Eşkıyalık üzerine iki farklı bakış söz konusudur. İlki, eşkıyalığı romantik bir kucaklamayı içerecek denli geniş bir kabulle karşılarken, ikincisi eşkıyaları siyasal iktidardan ziyade halkla çatışan unsurlar olarak görür ve bu çerçevede eşkıyalığı olumsuz. Eşkıyalık yorumunu direnişle ilişkilendiren birinci yoruma göre eşkıyalar, güçlülere karşı zayıfların safında yer almaktadırlar. Bu anlayış, Yetkin4 , Beşikçi5 , Hobsbawm6 tarafından savunulur. Ancak Hobsbawm eşkıyalığın aynı zamanda halka zarar verici yönü olabileceğini kabul ederek, gangster çeteleri, uyuşturucu ve kara para trafiği gibi illegal faaliyetlerde bulunanları, görece daha olumlu gördüğü “sosyal eşkıyalık”tan ayırır.
Sosyal eşkıyalık
Sosyal eşkıyalık, ona göre, üç ana sınıf altında incelenebilir: “erdemli soyguncu” (Robin Hood veya her ne kadar Hobsbawm değinmese de bizde Köroğlu örneği…gibi), “ilkel direnişçi, gerilla birimi ya da haiduk” (Macarca “haydut”) ve “büyük ihtimalle terör estiren, öç alanlar”.7 Yazarın Haydutlar isimli eserinde, sosyal eşkıyalığın bu üç ana kategorisi arasında da belirli ayrımlar görülür. Sözgelimi, “erdemli soyguncular” ve “ilkel direnişçiler”, “terör estirenlere” göre daha olumlu bir anlatımla sunulur.8 Beşikçi ise Doğu Anadolu örneğinden gittiği çalışmasında, eşkıyalığı “ağalığın, baskıcı rolüne karşı ortaya çıkan bir direnme şekli” olarak kabul eder.9 Eşkıyalık, yazara göre, “halka karşı değil”, “halkı ezen ağalara ve her zaman ağalarla işbirliği yapmış ve onun çıkarlarını korumuş olan devlet bürokrasisine karşı” olmuştur.
Eşkıyalığı, haksızlığa karşı direnişten ziyade, halkı ezme ve basit çıkarlar bağlamında bir pratik olarak gören yorumun en önde gelen taraftarı Barkey’dir. Barkey, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki eşkıyalık üzerine olan çalışmasında eşkıyalığın ekonomik koşullar ve devlet şiddetinden ziyade devletin merkezileşmesinin bir yan ürün olarak ortaya çıktığını, eşkıyaların asıl olarak köylüyü ezdiğini belirterek bu nedenlerle diğer pek çok yazara göre eşkıyalığa karşı daha az romantik bakış beslediğini vurgular. Bu yorumun taraftarları arasında eşkıyaların zaman zaman köylülere karşı iktidar sahipleriyle işbirliğine girdiklerini ve halkı soydukları biçiminde Barkey’in yorumuna katıldığına bildiren Ergut da yer alır.
Eşkıyalık konusunda ayrıntılı tarihsel inceleme ve kavramsal çerçeve koymamakla birlikte, Boran’ın bir çalışmasında13 ve Tahir’in tarihsel romanlarında14 benzer bakışın izlerine rastlanabilir. Behice Boran’ın Batı Anadolu köylerinde yaptığı araştırmaya göre köylüler, Cumhuriyet yönetimine kadar eşkıyalığın köylerin “baş belası” olduklarını belirtmişlerdir.
Öyle ki Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı idari yetersizlik ve çalkantılar arasında sayıları artan eşkıyaların köy baskınlarına karşı köylüler, kendi güvenliklerini kendileri sağlamak zorunda kalıyorlardı. Köylüler, köyün etrafından siper kazarak sıra ile nöbet beklerlerdi.
Köylülerin eşkıyalara karşı bu şekilde bir mücadele geliştirmesi boşuna değildi, çünkü Barkey’in de vurguladığı üzere her ne kadar kökenleri köylü olsa bile eşkıyalar, bir süre sonra köylülere ihanet eden kişilikler haline gelebiliyor, köylere baskınlar yapabiliyor ve köylerde mezalim derecesine varan suçlar işleyebiliyorlardı.
Öte yandan Doğu Anadolu bağlamında eşkıyalığa olumlu nitelikler atfettiğini belirttiğimiz Beşikçi de bazı durumlarda eşkıyaların köylülere karşı güç kullanabileceklerini kabul eder. Yazar, olumsuz olarak gördüğü bu eşkıyaların, daha çok “ağalar arasındaki bitmeyen güç mücadelesinin ürünü” olarak ortaya çıktıklarını ve genellikle bir başka ağanın adamlarını “taciz etmek için dağa” çıktıklarına inandığını 18 belirtse bile eşkıyalığın olumsuz yönlere de sahip olabildiğini kabul etmekten geri durmaz.
Eşkıyalığın nedenlerine ilişkin bakışları ise üç başlık altında toplayabiliriz.
İlki, eşkıyalığı öznel bir olgu olarak değil; daha çok devletin toplumsal ve ekonomik çöküşünün beraberinde ortaya çıkan nesnel bir kategori olarak ele alır. Eşkıyalık bu bakışta, içinde bulunulan koşullarla açıklanır ve Hosbsbawm’ın genelleştirmesiyle ifade edersek, toplumsal ve ekonomik koşulların kötüye gittiği anlarda eşkıyaların sayılarında ve eşkıyalık olaylarında artış gözlenir. Yine, idari yetersizlik ve karışıklık eşkıyaların işlerini kolaylaştırırken, tersi eşkıyalığın azalmasında etkili olmaktadır.
Türkiye bağlamında değerlendirildiğinde Hobsbawm’ın bu genellemelerinin tarihsel karşılıklarını görebiliriz. Osmanlı döneminde toplumsal ve ekonomik çöküşün sonucu olarak ortaya çıkmaya başlayan, daha sonra gittikçe yayılan ve gelenekselleşen eşkıyalık, I. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında gittikçe büyümüştü. Silah altındayken iyi-kötü beslenebilen onbinlerce asker terhis edilip kendi yerleşim yerlerine döndüklerinde çiftini, çubuğunu dağılmış, düzenini bozulmuş bulmuş ve geçinmek için silahını kapıp eşkıyalığa çıkmaktan başka çıkar yol bulamamıştı.
Kemal Tahir, Yorgun Savaşçı’da I. Dünya Savaşı sonrasında eşkıyaların hem sayılarının artışında, hem de coğrafi alan olarak etkinlik sahalarının genişlemesinde bu savaşın halk üzerinde yarattığı bıkkınlığı ve sonrasında düşman, özellikle Yunan işgallerini gösterir.
Türkiye’nin son iki yüzyıllık tarihine yoğunlaşan kapsamlı eserinde Bernard Lewis ise eşkıyalıkla ilgili halk hikayelerinin ortaya çıkışının somut nesnel koşullarını vurgular. Lewis’e göre halk hikayeleri halkın yaşam koşullarının ürünü olarak belirmiştir. Köroğlu hikayesi, ona göre, imparatorluğun on dokuzuncu yüzyılda köyleri kontrol altına yeni çıkan toprak sahibi sınıflara karşı mücadeleyi temsil etmektedir. Yeni ortaya çıkan toprak sahipleriyle birlikte durumları gittikçe bozulan köylüler, hiçbir hakka sahip olmayan kiralık işçi veya yarıcı durumuna düştü. Bu, ondokuzuncu yüzyıl Türk halk edebiyatına ve yirminci yüzyıldaki hikayelere yansıdı. Yoksul ve mutsuz köylü ile ona egemen olan ve onu sömüren toprak ağaları arasındaki şiddetli mücadele, köylünün tek savunucusunun eşkıya olmasına yol açtı. Bernard Lewis’in deyimiyle, “Bu gibi Anadolu Robin Hood’ları hakkında pek çok masallar vardır; bunların prototopi ünlü Köroğlu’dur, ki onun Nottinghanm Şefi de Bolu Beyi’dir”.
Pertev Naili Boratav ise daha 1931 tarihli Köroğlu isimli çalışmasında, Köroğlu’nun 16. yüzyılda yaşayan bir Celali olabileceğini belirtir. Boratav, eşkıyalık olgusunu İmparatorluğun içinde bulunduğu toplumsal ve ekonomik çöküşle açıklar.
Barkey ise eşkıyalığın ortaya çıkışını farklı bir nedene bağlı bağlar. Yazara göre eşkıyalık ekonomik koşulların bozulması ve devlet şiddetinden ziyade, devletin merkezileşmesinin bir yan ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Eşkıyalar, devletin merkezileşmesine tepki olarak köylüler içinden çıkan, daha sonra giderek köylülükten uzaklaşan, devletle pazarlığa girişen ve sonunda genellikle köylülere baskı yapan kişilerdir.
Ne var ki Barkey’in, başka bir yerde ve Celali isyanlarıyla ilgili olarak belirttiği ekonomik durgunluk ve devletin paralı asker kullanmaya başlamasının eşkıyalığın ortaya çıkışında etkin olduğuna ilişkin savı 26 ekonomik koşulları yine de dikkate aldığını gösterir. Anlaşıldığına göre yazar, eşkıyalığın doğuşunda ve yayılmasında ekonomik koşulları, siyasal gelişmelerin görece daha gerisinde görmektedir.
Görüldüğü gibi eşkıyalığın nedenlerini devletin idari yetersizliği, halka yönelik şiddetinin artışı ve halkın ekonomik durumunun bozuluşuna bağlayan birinci yorum ile Barkey’in savunduğu devletin merkezileşmesine bağlayan ikinci yorum arasında bazı farklar bulunsa bile, sonuçta iki anlayış da bu olguyu içinde bulunulan nesnel koşullara bağlama noktasında birleşmektedir.
Eşkıyalığı içinde bulunulan koşullardan ziyade kuşaktan kuşağa aktarılan bir “gelenek” gibi gören anlayış ise, bu iki yorumdan temelden farklıdır. Eşkıyalığın ortaya çıkış ve yayılma nedenlerini nesnel koşullardan ziyade öznel koşullar sonucuna bağlayan bu literatürde eşkıyalık, külhanbeylik ve kabadayılık kavramları bazen iç içe girer. Örneğin, eşkıyalığı gelenek gibi öznel bir unsurla açıklayan bir görüşe göre eşkıyalık ve külhanbeylik “doğrudan doğruya devlete ve içtimai nizama karşı ferdi zümrevi bir isyan ifadesi ve bu ifadenin çerçevelediği zorbalık tavrıdır.” Bu görüş, külhanbeyliğin “Yeniçeriliğin tefessüh (bozulma) ve tereddisi (yozlaşması) üzerine” ortaya çıktığını, Yeniçeri ocağı kapatıldığında, “aynı ruh[un], kendisini korumak ve yeni tecelli zeminini kurmak insiyakiyle (güdüsüyle) halk kitleleri içine sığınmış ve ortadan (sivil) bir kılığa bürülü olarak sızmaya” başladığını savunur.
Külhanbeyliğin kökenini yeniçeriliğe dayayan bu görüşe karşın, MeydanLarousse’de külhanbeyliğin çok daha eskilere, hatta, söylenti dahi olsa, Gazneli Mahmut dönemine kadar gittiğine dair bilgi bulunur. Kesin olan ise, İstanbul’un fethinden sonra açılan ilk hamam olan Gedikaşa hamamıyla külhanbeyilik olgusunun doğuşu arasındaki bir ilişkinin olmasıdır. Burasını ısıtmak için ateş yakılan külhan bölümü bir çok kişiyi barındırmaya elverişlidir. Yatacak yeri olmayanlar için genellikle kış aylarını burada geçiren kişilere külhanbeyi denilmiştir. Zamanla öteki hamamların külhanları da, “başıboş” kimselere sığınak olmuştur. Önceleri lonca gibi örgütlenmiş bir çeşitli dilenciler topluluğu olan külhanbeyilik, daha sonraları esnaf malını yağma etme ve haraç alma nitelikli bir “zorbalığa” dönüşmüştür. Zabıta, Tanzimat’tan önce bu nedenle külhanbeyilikle yoğun bir mücadeleye girişmiştir.
Ancak yeniçerilik kaldırılıncaya kadar, hatta kaldırıldıktan sonra bile, külhanbeyiliğe karşı yürütülen tam başarıya ulaşamamıştır. İstanbul Ansiklopedisi’nde belirtildiğine göre, külhanbey tipi, yeniçeriliğin ortadan kaldırılmasından sonra ortaya çıkan tulumbacı örgütlenmesine geçmiştir. Yeniçeri Ocağı’nın 1826’da II. Mahmud tarafından kaldırılmasından sonra bu zümreye bağlı kahvehane kültürünü tulumbacı teşkilatı miras almış ve II. Meşrutiyet yıllarına kadar yaşatmıştır. Buna göre, tulumbacılık da aslında bir yeniçeri mesleğidir. Acemi Ocağı’na bağlı bir teşkilatken 1826’da dağıtılan bu teşkilatın yerine “mahalle tulumbacılığı” kurulmuştur.
İstanbul tulumbacıları, tıpkı yeniçeriler gibi, başlangıçta bekar oldukları ve “şehrin belli kesimlerinde kendilerine ayrılmış bekar odalarında” kaldıkları için, yaygın ölçekte bir mahalle örgütlenmeye girişememişlerdi. Ancak, bu gevşek örgütlenmenin yangınları önlemede yetersizlikleri görüldüğünden, daha sonra “her mahallede tulumbacı takımları kurulmuş ve bunu da mahalle ölçeğinde yaygınlaşan tulumbacı kahvehaneleri izlemiştir.” Mahalle tulumbacılığı Abdülaziz döneminde (1861-1876) “altın çağını” yaşamıştır. Mahalle tulumbacılığı, aynı zamanda, “yeniçeri kahvehanelerinin toplumsal tabanını meydana getiren askeresnaf insan tipinin yerine külhanbey-kabadayı tipini yaratmıştır. Mahalle tulumbacı ocakları şeklindeki bu örgütlenme, İsmail Hakkı Uzunçarşılı’ya göre, Cumhuriyetin ilanına kadar varlığını sürdürmüştür.
Cumhuriyetin ilk yıllarında parti müfettişliği görevinde bulunan Hilmi Uran da eşkıyalığı bir gelenek olarak görmesine rağmen, en azından cumhuriyet öncesi eşkıyalığın durumu ile ilgili olarak görece daha tarafsız hatta olumlu nitelemelerde bulunur. Kabadayılık, eşkıyalık, külhanbeylik ve efelik kavramlarının iç içe girdiği ve bu unsurların her birine yönelik olumlu nitelemelerin tümü cumhuriyet öncesinde, zengin ağaların haksızlıklarının üstesinden ancak kabadayıların, efelerin, külhanbeyilerin hakkından gelebileceklerine yönelik inancın izleriyle ilişkilidir. “İstanbul evlerindeki beşiklerde çocuklar eskiden paşa olsun yavrum temennisiyle uyutulduğu gibi”, Anadolu’nun bazı bölgelerinde, anneler, “oğullarının efe ruhlu birer şövalye” olarak yetişmesini, “onlar daha beşikte iken, temenni ederlerdi”.
Bu ruh içerisinde “kabadayı tabiatlı yetişen bir delikanlı”, haksız düşündüğü bir eylemi, “hakkımı kendim alırım” diyerek, karşısındakini vurarak çözmeye çalışır ve ondan sonra “dağa çıkardı. Buraya kadar olumlu nitelemelerde bulunan Uran, konu Cumhuriyet sonrası bağlama geldiğinde, bu ruhun söndürülmesi gerektiğini savunur. Uran’a göre, hak arama mücadelesi halkın, kabadayılık ve efelik ruhuna sempati beslemesine yol açmıştı. Devlet dışı toplumsal denetim unsurları olarak bu ruhun yeni devlet tarafından yok edilmesi ve “efeliği, gençlere bir ideal olmaktan kurtarmak lazımdı.”
Refi’ Cevat Ulunay da Sayılı Fırtınalar adlı romanında kabadayılık ve külhanbeyliği “gelenek” olarak açıklar.33 İstanbul kabadayılarının kahvehanelerde ve diğer mekanlarda kadın, onur, haraç gibi nedenlerle yaptıkları kavgaları, cinayetleri, yaralamaları anlatan Ulunay’a göre, kabadayılık ile külhanbeylik birbirinden farklıdır. Yazarın belirttiğine göre, kabadayılar, kendilerine “külhanbey” denilmesinden hoşlanmazlardı. Kabadayılık bir tür “şehir şövalyeliği”ydi. Bu şövalyeliğin kendine özgü yasaları, “raconları vardı”. Yazar, kabadayıların özelliklerini sayarken, “beydir, efendidir, ağadır”, yanında “birbirlerine hürmet ederler, bu hürmete layık olmaya çalışırlar” gibi olumlu sıfatlar kullanır.
Ulunay daha da ileri giderek kabadayılar hakkında şunları söylemekteydi: Bu adamlar kendi terbiyelerine göre, adetleri ve ülfetleri ile koydukları kaidelere riayete mecburdurlar. Zayıfı, bilhassa ırz ehlini himaye ederler, çizdikleri yoldan ayrılmamaya dikkat ederler. Çünkü muhitlerinin onlara verdiği bazı hakları ayak altına alırlarsa şöhretlerini kaybedeceklerinden korkarlar. Çoğu cahildir, fakat terbiyeli adamlardır, büyüklerin muhitinde bulundukları zaman kendilerine söz düşmezse ağızlarını açmazlar.
Kabadayılık ile külhanbeyliğin birbirinden farklı olduğu İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun çıkardığı Yeni Adam’da da savunulur; hatta, bu iki tipin mahalle kahvehanelerinde birbirlerinden hiç hoşlanmadıkları, sık sık kavga ettikleri vurgulanır.36 Külhanbey, savunuya göre, “palavracı”dır, kabadayı ise “mert”tir. Bu nedenle külhanbey, kabadayıyı “çekemez.”37 Gerçekten de bu üç kavram arasında ortak yönler bulunsa bile, eşkıyalığı daha çok kıra özgü hareket olarak ele almak ve silah toplama mücadelesini bu bağlamda ele almak gerekir. Nitekim Hobsbawm da eşkıyalığın köylülükle ilişkisi üzerinde ısrarla dururken38 Meydan-Larousse’de eşkiyalığın tanımı ve ayırdedici özelliği bu eksende verilir.39 Bu şekildeki bir sınıflamanın bir yararı eşkıyalığı, kabadayılık ve külhanbeylikten ayırmada yapabileceği katkıdır.
Kabadayılığı, Ulunay’ın yukarıdaki vurgusunda olduğu gibi, bir tür “şehir şövalyeliği” olarak görmek daha yerindedir. Kabadayılık geleneksel şehir kültürüyle daha uyumlu ve kurallarının daha belirli olmasına rağmen, külhanbeylik, bir benzetme yapmak gerekirse, şehir ve kır kültürü arasında hatları tam belirginleşmemiş ve daha yozlaşmış şehir kültürüyle uyumludur. Külhanbeylik kültürünün hatları kabadayılığa göre kaypak ve belirsizdir. Görüldüğü gibi asıl ayrım eşkıyalık ile kabadayılık ve külhanbeylik arasındadır. Eşkıyalık ise somut toplumsal koşullarla açıklanabilir. Nitekim, köylü ayaklanmaları olarak bilinen Celali isyanları örneğinde görüldüğü gibi eşkıyalık, Osmanlı İmparatorluğu’nda özellikle 16. yüzyılın sonlarından itibaren kamu düzenini en fazla tehdit eden bir unsurdu.
Bu dönemlerde başlayan ekonomik durgunluk, devletin paralı asker kullanmaya başlaması eşkıyalığın ortaya çıkışında etkin olmuştu.41 Devletin yerel güvenliğin sağlanmasında valilere ihtiyaç duymasına rağmen bazen onların bizzat kendileri kamu düzenine en büyük tehlike oluşturabilmekteydiler. Eyaletlerin güvenlik taleplerine devletin bulduğu çözüm ise, köylüleri silahlandırmaktı. 42 Eşkıyalığa yol açan gelişmeler ve sorunlar 19. yüzyılda artarak devam etti. Eşkıyalıkla baş edebilmek için ise Ergut’un “kolektif sorumluluk” olarak adlandırdığı sistem devreye sokuldu. “Kolektif sorumluluk”, bir yerleşim biriminde bulunan eşkıyadan o yerleşim biriminde yaşayanların tümünü sorumlu kılmaktaydı. 43 Suç işleyen kişi bulunamadığında ise bütün mahalleli ve imam sorumlu tutulmaktaydı.
Kurtuluş Savaşı Sırasında ve Sonrasında Eşkıyalıkla Mücadele ve Silah Toplama
Bir yandan mali güçlükler, diğer yandan ülkenin çeşitli bölgelerindeki iç ayaklanmaların bastırılması zorunluluğu hükümeti, kamu düzeninin sağlanması konusunda orduya olduğu kadar, bazı eşkıyalara dayanmak zorunda bıraktı. 45 Bununla birlikte, bütün eşkıya liderleri ulusal mücadeleye katılmadı veya katılsa bile kolayca ittifak bağlarını değiştirebildi.
Eşkıyaların kaygan ittifak bağlarının ulusal mücadeleyi yürüten Anadolu hükümeti katında yarattığı belirsizlik ise, eşkıyalarla mücadele konusunda farklı görüşlerin ortaya atılmasına yol açtı. Bu görüşlerden birine göre, eşkıyayla mücadele etmek için halka silah dağıtılmalıydı. 47 Bunun nedeni köylerde ve yollarda güvenliğin devlet tarafından yeterince sağlanamamasıydı. Ulusal mücadelenin dış düşmana odaklandığı bir ortamda bu anlaşılabilir durumdu. Köylerde ve yollarda güvenlik yeterince sağlanamıyordu.48 İkinci görüş, hem eşkıyalığı ortadan kaldırma ve hem de halktan silah toplama gibi çift yönlü bir stratejiydi. Eşkıyalık ortadan kaldırılırsa, eşkıyalığa karşı halkın silahlandırılması gereğine ihtiyaç yoktu. Zaten istense bile halktan silahların tamamen toplanması oldukça zordu. Ergut’un TBMM Gizli Zabıt Cerideleri’nden aktardığı bilgiye göre, Karahisar-ı Şarki mebusu İsmail Şükrü Efendi’nin tahminine göre Anadolu’da bir milyon silah vardı. Aynı mebusa göre, bu silahların ancak üç bini toplanabilirdi.
Bu koşullarda iki yöntem denendi. Hem eşkıyalık ortadan kaldırılmaya hem de aynı bahaneyle, halktan silahlar toplanmaya çalışıldı. Eşkıyalığı ortadan kaldırmak için eşkıya grupları birbirine “kırdırıldı”. Bunun dışında ulusal mücadele doğrultusunda yararlanmak için eşkıyalar örgütlendi. Eşkıyaların milis kuvvetler olarak örgütlenmeleri ise bunların ellerindeki silahların ulusal mücadele doğrultusunda kullanılmaları anlamına gelmekteydi. Ortaya çıkmakta olan düzenli ordunun “çeperinde konuşlandırılan eşkıyalar” vakit geldiğinde orduya katılacaktı. 50 Halktan silah toplamak için farklı bir yöntem daha denendi. Bir köyde eşkıya bulunması veya o köyden bir eşkıyanın öldürülmesi silah toplama için bir bahane olarak kullanıldı.
Ulusal mücadelenin kazanılmasından sonra eşkıyalarla mücadele sertleştirildi. İçişleri Bakanlığı’nın teklifiyle, daha 5 Ağustos 1923, yani Cumhuriyet ilan edilmeden önce Bakanlar Kurulu tarafından geçici olmak üzere Batı Anadolu’da sıkıyönetim ilan edildi. 18 Ekim 1923 tarihli İzale-i Şekavet Kanunu ise, İçişleri Bakanlığı tarafından “şaki” ilan edilen kişilerin teslim olmaları için kendilerine 10-30 günlük bir süre tanınmaktaydı. Süre sonunda şakilerin herkesçe öldürülmesine olanak verilmekteydi. Yasa, şakilere” yataklık edenler başka yörelere sürülmesini öngörmekte, çete arkadaşlarını ele verecek şakilere koşullu af vaat etmekteydi.52 Yasada eşkıya ibaresi yerine ‘şaki’ tercih edilmişti. Oldukça geniş bir listedeki suç kategorisinden birini işlemesi, birisinin ‘şaki’ olarak nitelenmesi için yeterliydi.53 Yasanın 1947 yılına gelindiğinde ancak iki üç olayda uygulandığını öğrenebilmemize rağmen, bunların hangileri olduğu konusunda bilgi sahibi değiliz.
Cumhuriyetten Sonra Eşkıyalıkla Mücadele ve Silah Toplama
Cumhuriyetin ilanından sonra yeni devlete karşı en kapsamlı isyan hareketlerinden birisi olan 1925 yılındaki Şeyh Sait İsyanı sonrasında, merkezi Diyarbakır’da olan bir Genel Müfettişlik kuruldu. Başında Mahmut Tali Bey’in olduğu bu müfettişliğin ilk aşamada yaptığı işlerden birisi silah toplamaktı. Müfettişlik, “30.000’i mavzer olmak üzere 160.000 silah topladı.”55 Ancak Doğu’daki halktan silah toplamak bu bölgenin ağa, şeyh gibi halk üzerinde nüfuzlu iktidar odakları yüzünden kolay olmadı. Örneğin Van ve Hakkari halkı silahlarını devlete teslim etmemek için yoğun çaba gösterdi. Hatta Mervane bölgesindeki halk, silahlarını vermemek için ayaklandılar. Ayaklanmayı bastırmak kolay olmadı. 56 Şeyh Sait İsyanı sonrasında kurulan İstiklal Mahkemeleri, eşkıyalık yapanlara idam ve ağır hapis, şehir külhanbeylerine de sürgün cezası vermekteydi. Mahkeme Savcısı Denizli milletvekili Necip Ali Bey, külhanbeyleri konusunda kendisine yöneltilen bir soruya “bu gibilerin yok edileceğini” söyleyerek yanıt vermişti.
Nitekim, Maraş’taki külhanbeylik, eşkıyalık olaylarına dair verilen ağır cezalar bunun yalnızca söylemde kalmadığını göstermişti.58 İstiklal mahkemelerine, normal şartlarda büyük kentlerin sorunu olan külhanbeylik olgusunun getirilmiş olması bir “sakınca doğuruyor gibi görünse de Ergun Balcı’ya göre “olayın toplumsal önemi”nin siyasal iktidar açısından anlaşıldığını göstermesi açısından önemlidir.59 Eşkıyalık olaylarına karşı da aynı mantıkla yaklaşıldı. Konya İstiklal Mahkemesi, “şekavet edenlerin” aftan yararlanamayacaklarını ilan etmişti. Şark İstiklal Mahkemesi Başkanı Hacim Muhittin Çarıklı’nın notlarına göre 1926 sonuna kadar 18 eşkıyalık, 8 eşkıyaya yataklık, 7 gasp ve 1 de silah saklama davasına bakmıştı. 60 Silah toplama üzerine genel ve kapsamlı düzenleme bu isyandan bir yıl sonra kabul edilen 1926 tarihli Türk Ceza Kanunu’nda yer aldı. Yasanın 265 inci maddesinde taşınması yasak olan silahlar tanımlandı. Buna göre, “askere, subaylara ve zabıta memurlarına tahsis olunmuş olan silahlar ve alelıtlak harp tüfekleri ile namlusu 15 santimden uzun olan tabancalar” taşınması yasak olan silahlar arasındaydı.
1932 yılında İçişleri Bakanlığı’nın bir genelgesiyle kapsamlı toplama kampanyalarından birisi daha gerçekleştirildi.
1932: Silah Toplama Kampanyası
1932 yılında yeni rejimin kendi polis örgütlenmesine ilişkin ilk yasası olan “Polis Teşkilatı Kanunu”nun62 çıkarılmasına ilişkin tartışmaların yapıldığı sıralarda İçişleri Bakanlığı tarafından kapsamlı bir silah toplama çabasına girişilmesi hazırlanan bu yasal düzenleme ile silah toplama kampanyası arasında bir ilişkinin varolduğunu akla getirir. Polislik kurumunun örgütlenmesine ilişkin yasal düzenlemeden sonra siyasal iktidar, merkezi otoritesini test edeceği en önemli çabalarından birisi olan silah toplamaya tekrar girişir.
Silah toplama etkinliğini başlatan “Şüpheli eşhas üzerinde tutulan silahlar hakkında” başlığını taşıyan genelge 1932 ortalarına doğru yayınlanır. “Şüpheli yerlerde”, “şüpheli şahısların” sahip oldukları silahların toplanmasına yönelik bu genelgeye binaen valilikler tüm Türkiye çapında silah toplama kampanyaları başlatmışlar, bulunulan silahlara ilişkin listeleri İçişleri Bakanlığı’na göndermişler, Bakanlık ise kendisine iletilen listelere istinaden bir istatistik hazırlamıştır. Dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya hazırlanan bu istatistiği Başbakanlığa iletmiştir. Şükrü Kaya tarafından gönderilen bu yazıda şöyle denilir:
Başvekaleti Celileye; Adamları çok olan yerlerde katil, cerh ve soygunculuk vak’alarının önüne geçilmek üzere iş güç sahibi ve muayyen bir yeri olmayan şüpheli ve sabıkalı kimselerin arasıra toplandıkları yerlerin63 ve üzerlerinin arattırılması vilayetlere yazılmış idi. Bu tebligat üzerine araştırma sonu olarak (6) ay içinde elde edilen silahlarının adedini gösterir cetvel leffen takdim kılındı. Zabtedilen bu silahlarla beraber sahiplerinin de Cumhuriyet Müddei Umumiliklerine teslim edildiklerini malumat olarak arzederim efendim.64 Bulunan silahların illere göre dağılımı şöyledir:
Belgede illere göre dağılımı sunulan silahlarda en çarpıcı sonuçlardan birisi, Karadeniz Bölgesi’nde Giresun’un bu konuda oldukça önde olduğudur. Buna karşın bir başka Karadeniz ili Trabzon’da ise hiç silah bulunmamıştır. Ancak bu istatiksel döküme dayanarak Trabzon’da hiç silah bulunmadığı yorumunu çıkartmak, bundan bir yıl sonra, 1933’de, Trabzon Valisi Rıfat imzasıyla Dahiliye Vekaleti’ne gönderilen yazı değerlendirildiğinde mümkün değildir. Yazı, 1932’de başlayan Trabzon’daki silah arama çalışmalarından ancak 1933’de sonuç alınabildiğini ve aramaların halen devam ettiğini göstermektedir.65 Üstelik, Valinin yazısına göre Trabzon’un merkezinde ve diğer kazalarında yaşayan insanların hemen hepsinin silaha sahip olduklarının herkesçe bilindiği belirtilmiştir. Bu bölgede silah aramanın zorluğu, köylerin dağınık olmasına ve kilometrelerce alanı işgal etmesine bağlanmıştır. Jandarmanın gücünün bu kadar geniş bir alanda silah aramaya yetmeyeceği savunulmuştur.
Trabzon’da silah aramaya ilişkin yöntem, bu nedenle Vali tarafından, önce “gizlice” “ne gibi silahlar bulunduğunu” anlama, daha sonra bunları toplama olarak kararlaştırılmış ve il jandarma komutanına gerekli yetki verilmiştir. En fazla cinayetin işlendiği merkez Yumra ve Fakfibekir’in Tonya nahiyesi olmasına rağmen aramalar Of’un Rize ile hemen sınırı olan Hayrat nahiyesi bölgesindeki Kalapotamos deresi üzerindeki köylerde de yapılmıştır. Birkaç günde yapılan araştırmalarda 319 büyük harp silahı ve 187 büyük rüverver ele geçirilmiştir. Yumra ve merkezi kaza köylerinde ele geçirilen silahların sayısı ise büyük harp silahı olmak üzere 500’dür.
Yine Of’un Rize ile sınır olan aralarında kan davası bulunan Kalapotamos deresi tarafındaki köylerde bir günde yapılan araştırma Rize tarafında 50 mavzer ve 100 rüverver ile Of mıntıkasındaki üç köyden 43 mavzer ile 50 rüvelver bulunduğunu, Of kaymakamı Trabzon valisine telefonla bildirmiştir. Yumra ve Of’ta aramaların devam ettiğini, elde edilen sonuçların Dahiliye Vekaleti’ne bildirileceğini belirten Trabzon Valisi, Merkez ve Of kazalarından sonra Akçaabat’ın kaçakçı köyleri, Vakfıkebirin Tosya nahiyesi, Sürmene ve Maçka kazalarında silah toplanacağını bildirmiştir. Dahiliye Vekaleti Emniyet İşleri Umum Müdürlüğü’nden çıkan 18.4.1933 ve 214/2278 sayılı yazıyla Şükrü Kaya, kendisine gönderilen bu bilgiyi Başvekalet, Milli M. Vakaleti, Büyük Erkanı Harbiye Reisliği, Risayeti Cumhur Katibi Umumiliği, Halk Fırkası Katibi Umumiliği makamlarına iletmiştir.
Görüldüğü üzere 1932 genelgesiyle birlikte valilikler silah toplama üzerine yoğun bir mücadele başlatmış, bu, 1933’te de sürdürülmüş; kesici ve ateşli pek çok silah ele geçirilmişti. Ancak istatistik ve yazışmalar bazı sorulara yanıt vermez. Silah toplama sadece köy ve ilçeleri mi kapsamaktadır? Şehir içini de kapsıyorsa, silahlar, nelerden, nasıl, kimlerden toplanmıştır? Bu soruların kısmen de olsa yanıtlarına dönemin basınından ulaşmaktayız.
Polis-Adliye Haberleri: Erkeklik ve Silah Toplanılan Mekanlar
Son Posta ve Akşam’da yaptığımız inceleme 1930-1942 arasında silahların toplanıldığı en önemli mekanların şehirlerdeki kahvehaneler olduğunu gösterir. Kahvehanelerin silah toplanılan başlıca mekanlar olmaları boşuna değildir; çünkü toplam 168 polis-adliye haberlerinden yararlanarak hazırladığımız aşağıdaki tabloda görüldüğü üzere bu mekanlardaki en küçük kavgalarda dahi sık sık silaha başvurulduğu gözükmektedir:
Tabloya ve kahvehanelerdeki kavga iletişimine dair haberlere bakıldığında ilk söylenebilecek nokta, kavgalarda kesici silahlara sık başvurulmasıdır. Kavgalarda kesici silahların fazla kullanılmasının iki nedeni olabilir. İlki bu silahları temin etmenin ateşli silahları bulmaya göre daha kolay olmasıdır. İkinci neden ise ateşli silahları taşımaya göre kesici silahları taşımanın daha az risk taşımasıdır. Tabloya ve kahvehanelerdeki kavgalara ilişkin haberlere bakıldığında söylenebilecek ikinci nokta, hemen her kavgada insanların silahlarına sarılmalarıdır. Bu durum ise pek çok kişinin yanında silah taşıdığını, kahvehanelere silahlarıyla gittiğini göstermektedir. Silah, kavgaların ayrılmaz bir parçasıdır. Bazı kavgalarda düellolar yapılarak “silah” ile “erkeklik”, “kabadayılık” veya “külhanbeylik” kamusal alanda gösteri sahasına çıkmaktadır. Bazen de silah, gösteri sahasında sadece karşısındakini “tehdit etmek”, “korkutmak” ve “yıldırmak” amacıyla kullanılmaktadır.
Polis-adliye haberlerine ilişkin vurgulanabilecek üçüncü bir nokta, haberlerde silah toplanılan mekanlar üzerine betimleyici düzeyin ötesinde bir dil kullanılmasıdır. Daha açık bir anlatımla belirtilirse, polis-adliye haberleri, aşağıda görüleceği üzere, haber-yorum karışımı bir formatta suç ve silah aleyhine, deyim yerindeyse, bir bilinç inşa etme sürecinde rol oynamışlardır.
Haberlerin ayrıntıları incelendiğinde ise şunlar söylenebilir
“At, avrat, silah” üçlemesinin erkeklikle eşitlenmiş bir simgesi olan silaha, yine erkeklikle eşitlenen mekan olan kahvehane gibi bir mekanda çok sık başvuruluyordu. Tehditler bile, bir kamusal mekan olan kahvehanede ve silahların gölgesinde yapılmaktaydı. 72 Bıçak, kahvehanelerdeki kavgalarda en fazla başvurulan kesici bir silahtı. Tahtakale Caddesinde Tasarruf Kahvesi’nde tavla oynayan Niyazi ile garson arasındaki kavgada Niyazi’nin ilk başvurduğu silah yanında taşıdığı bıçağıydı. Niyazi, garsonu yaralamakta tereddüt etmemişti.73 Ankara’daki durum İstanbul’dan farksızdı. Kurtuluş mahallesinde nalbant Süleyman’ın izinsiz “kama taşıdığı” gerekçesiyle polis tarafından yakalandığı 74 örnek, silah taşımanın yaygınlığını gösteren örneklerden sadece birisiydi.
Tehditler, genellikle “ölüm” sözcüğü ve bu sözcükten türetilmiş jargonlar kullanılarak yapılmaktaydı. Kahvehanenin ortasına ya da önüne gelen kişiler, kahvehane sahibine ya da müdavimlerine tehditler savurmaktaydılar. Şemsettin’in İstanbul’da Ali Ekber’in Kahvesi’ne gelip kahvehane sahibini ve garsonu ölümle tehdit etmesi ve daha sonra yakalanması bu duruma ilişkin bir örnekti.76 Ölümle tehdit edilen bir başka kahvehane sahibi, Tophane’de kahvehane işleten Abdullah Efendiydi. Abdullah Efendi, Ahmet ve Kemal’in kendisini ve beş kardeşini ölümle tehdit ettiğini ileri sürdüğü mahkeme davasında, bu kişiler hakkında “belalı adamlar” nitelemesinde bulunmuştu.
Nedeni, onların Abdullah Efendi’nin sahibi olduğu kahveye gelerek bıçak çekmeleri ve onu ölümle tehdit etmeleriydi. Ahmet ile Kemal, savunuya göre, bununla yetinmemişler, kahvehane sahibine haber gönderip onu öldürecekleri tehdidini yinelemişlerdi.77 İstanbul’da kahveci Ramiz, sahibi olduğu kahvede, Fehmi tarafından ölümle tehdit edilmekteydi. Polis’in kahvede yakaladığı Fehmi’nin üzerinden çorabının boşluğuna kılıfıyla yerleştirilmiş bir bıçak çıkmıştı. 78 İzmir’de yeni müzayede bedesteni arkasındaki Müfit’in Kahvesi’ne giden Şükrü’nün tehdidi “Beni ortaklığa alacaksın. Almazsan fena olacak” biçiminde olmuş, kahvecinin bu tehdide kulak vermemesi üzerine, çakısını çıkartıp bacağından yaralamıştı.
Cinayetler, sadece kesici silahlarla değil, ateşli silahlar, özellikle tabancalarla da işlenmekteydi. İzmir-Kemalpaşa ilçesine bağlı Armutlu köyünde 1936’daki kahvehane kavgasını cinayetle bitiren tabanca “borovning” markalıydı. 80 Yanında silah bulunulmadığı durumlarda ise, kahvehane eşyaları silah amaçlı olarak kullanılabilmekteydi. Bir çok kahvehane kavgasında olduğu gibi, bu tür kavgalarda da “delikanlılık”, “kabadayılık”, “külhanbeylik” özellikleri öne çıkarılmaya çıkarılıyor, basit gözüken bir olay büyütülüyordu.
Örneğin, İzmir Seferihisar’a bağlı Ulamış Köyü’ndeki İzzet Ağa’nın Kahvesi’nde Ali ile Hüseyin rakı içmeye başlamış, bir süre sonra kahvehanede çalan gramofonun durdurulmasını istemişlerdi. Bu istek, diğer müşterilerin karşı çıkmalarına rağmen yerine getirildi. Ne var ki, kabadayılardan Ali, kahveciye “Ulan herif, al kahve parasını!” diye bağırmış, kahvehane sahibi İzzet, müşterilerinin önünde savrulan bu sözü “tahkir” kabul etmiş ve kahvehane kavgalarının kullanılmaya hazır eşyalarından sandalyeyi onlara doğru savurmuştu. Bu durumda başvurulan silah, diğer pek çok kahvehane kavgalarında olduğu gibi, ya ateşli ya da kesici silahtı. Nitekim, Ali sandalyenin kendisine fırlatılmasına yanında taşıdığı silahıyla yanıt vermiş, kahvehane sahibini ağır yaralanmıştı. Kavgada müşterilerden ikisi de hafif yaralanmıştı.
Bazen de, bir külhanbeyin kahvehaneyi çalgılı kahvehaneye çevirmek istemesi yüzünden kavgalar çıkmaktaydı. İstanbul Akbıyık civarında yer alan Fahri’nin Kahvesi’nde çıkan kavga buna örnektir. Kavganın nedeni Sadullah’ın kahveye girmesinin ardından yüksek sesle şarkı söylemesi karşılığında kahvehane sahibi Fahri’den aldığı uyarıydı. Fahri, kahvesinin çalgılı nitelikli olmadığını, bu nedenle yüksek sesle müzik söylememesi gerektiğini Sadullah’a hatırlattı. Ne var ki bunu, kendisini topluluğun önünde küçük düşürme, kendisine yapılmış bir hakaret gibi algılayan Sadullah, kahvedeki sandalyeyi Fahri’ye fırlattı. Fahri ise kahvehanede böylesi olaylar için hazır bulundurduğu sivri uçlu bir eğeyle Sadullah’ı yaraladı. 82 İzmir Basmahane’deki B. Kamil’in Kahvesi’ndeki kavga ise, kahvehanenin kapanış saati olan gece on bire yakın, bir kabadayının kahvehaneye gelip kahve hazırlanmasını istemesi ve bu içecek eşliğinde radyoda müzik dinlemek istemesi üzerine başladı. Kahvehane sahibinin verdiği olumsuz yanıt üzerine “Azılı Bir Müşteri” olarak tanımlanan kişi, yanındaki bıçağıyla Kamil’i ağır yaraladı.
Kahvehanelerde silahları kullananlar hakkında ‘şaki’ veya ‘eşkıya’ gibi ifadeler yerine ‘sabıkalı’, ‘şüpheli’, ‘kabadayı’ ve ‘külhanbey’ gibi ifadeler kullanılıyordu, ki bu yukarıda eşkıyalık ile kabadayılık ve külhanbeylik arasında yaptığımız ayrımlara denk düşmektedir. Kabadayılar ve külhanbeyler şehir kültürüne, ‘şaki’ veya ‘eşkıya’lar ise kırsal alana ait hareketlenmeleri anlatmaktadır. Basında ‘şaki’ veya ‘eşkıya’ tanımlaması daha çok köylerde asayişi bozan kişiler ve özellikle Doğu’daki isyanlarda yer alanlar için yapılmaktaydı. ‘Şüpheli’, ‘sabıkalı’ gibi ifadeler, şehir, kasaba gibi yerleşim birimlerinde suç etkinliğinde yer alanlar açısından kullanılmaktaydı. Basında silah taşıma ile suç arasında ise doğrusal bir ilişki kurulmuştu. Örneğin, 1931’de Akşam’a yansıyan “Silah Taşıyanlar” başlıklı bir haberde, silahların fazlalığından ve en küçük bir olayda bunlara başvurulmasından yakınılmaktaydı.
Zabıta geceleri şüpheli yerleri araştırıyor. Polisten izin belgesi olmadan silah taşıma yasak olmasına rağmen şehrin değişik semtlerinde sık sık vuku bulan en ufak kavgalarda bile derhal bıçaklar, tabancalar çekiliyor, en ehemmiyetsiz hadiseler bile cinayetle neticeleniyor. Bilhassa kenar mahallelerde, kahvehane ve meyhanelerde toplanan sabıkalıların hepsinin üzerinde müteaddit silahlar bulunmaktadır. Polis müdüriyeti bunun önüne geçmek üzere yeni tedbirler almıştır. Zabıta, geceleri şehrin muhtelif yerlerinde ani taharriyat icrasına karar vermiştir. Polis ikinci şube kısmı ahlaki komiseri Ahmet Beyin idaresi altında sivil ve resmi polis memurlarından oluşan ekip kurulmuştur. Birçok kahve ve meyhaneye baskın yapılmış, yapılan baskınlarda birçok kimselerin üzerinde memnu tabanca ve bıçaklar bulunmuştu.
Gerçekte Türk Ceza Kanunu’nda taşınması yasak olan silahların hangileri olduğu belirtilmişti. Bununla birlikte özellikle 1931’den başlayarak bu konuda eylem düzeyindeki mücadelelerin hızlandırıldığı ve sertleştirildiği görülmektedir. 1932’nin başından itibaren ruhsatsız silah taşıyanları ele geçirmek ve bu silahları toplamak üzere yoğun bir faaliyet başlatıldı. Soruşturma ve arama yapmak için birisinden “şüphelenmek” yeterliydi. Tahtakale’deki “şüpheli yerlerde”, “şüpheli eşhasın” üzerlerinin aranmasıyla Hüseyin ve Ziya’da bulunan tabancalar “şüphe” üzerine yapılan aramaların sonuçlarındandı. 85 Taksim’de Refet’in Kahvesi’nde bulunan üç büyük bıçak, bir tabanca, çeşitli silahlara özgü fişekler bulunmuştu.
“En ufak bir olayın” bile cinayet ve yaralamayla sonuçlanması üzerine ‘şüpheli yerlerde’ kullanılan silahlara yönelik mücadele için polis devriyeleri oluşturulmuş ve 1932 yılı Eylül ayına girildiğinde ülkenin değişik şehirlerinde ruhsatsız silahları ve bunları taşıyanları bulmaya yönelik denetimler sıkılaştırılmıştı. İlk olarak on altı kişi, kama ve büyük bıçak bulundurmaktan tutuklandı. 87 Denetimin en yoğun olduğu il, nüfusun, cinayetlerin ve kavgaların en fazla olmasıyla da diğer illerden ayrılan İstanbul’du. 1932’nin son günü, Abanoz sokağındaki bir kahvehanede yapılan araştırmada ruhsatsız bıçak ve tabancalar taşıyan dört kişinin yakalanması 88, 1933’de kahvehanelerde kontroller yapılırken, tabanca ve fişekler yanı sıra, paketlere sarılı esrarlar ele geçirilmesi89, Küçükpazar civarındaki kahveleri kullanan üç kişinin üzerlerinde büyük bıçakların, Balat’taki bir kahvehanede birisinin üzerinde kamanın, Beyoğlu’ndaki kahvelerde ve sokaklarda dolaşan dokuz kişinin üzerlerinde kama ve tabancaların bulunması 90 yapılan denetimlerin sonuçlarına ilişkin örneklerden birkaçıdır.
1933’de şehirlerdeki silah toplama denetimleri de sıkılaştırıldı. Kahvehaneler bu denetimlerde hedef alınan yerler arasındaki öncelikli yerini korudu. Galata polis merkezinin kahvehane operasyonlarında, Halit’in Kahvesi’nde tezgah altında bir hançer, Agop’un Kahvesi’nde büyük bir kama ile Frans ve Halit isimlerindeki iki kişinin taşıdığı bıçakların ele geçirilmesi91 örnekler arasındadır. 1933’ün son ayına girildiğinde, “şüpheli ve sabıkalı kimselerin üzerlerinde taşıdıkları silahları” ele geçirmek üzere emniyet müdürlüğü tarafından oluşturulan polis gruplarının her semt ve kahvehanede araştırma yaptığı bildirilmekteydi.
Kahvehanelerdeki zabıta olaylarında kesici ve ateşli silahların kullanılması ruhsatsız silah taşınamayacağına dair 1934’te bir lahiya hazırlanmasına yol açtı. Bunda kuşkusuz, 1932’de Dahiliye Vekaleti’nce silah taşımama ve silahların toplanmasına ilişkin genelgenin uygulamada yetersiz kalmasının etkisi vardı. 1934’te Dahiliye Vekaleti’nin bu konuda lahiya hazırladığı Akşam’a şöyle yansıdı:
Memlekette vukua gelen zabıta vakalarından ekserisinin sabıkaların üzerlerinde silah taşımalarından ileri geldiği anlaşılmıştır. Zabıta geçen sene 25258 silah ve bıçak müsadere etmiştir. Dahiliye Vekaleti bu vaziyeti nazarı dikkate alarak bir lahiya hazırlamıştır. Lahiyaya göre ruhsatnamesi olmayanlar silah taşıyamayacaklardır. Silahların halk tarafından alınıp satılması ruhsatname kaydına tabi olacaktır. Silahçı dükkanları, silahların nevini, cinsini, çapını mahallin en büyük zabıta amirine beyanname ile bildireceklerdir. Halkın ruhsatsız olarak üzerinde silah taşıdığı görüldüğü taktirde silah sahibi silah memnu olsun olmasın bir aydan üç aya kadar ağır hapis ve 30 liradan 100 liraya kadar para cezasına mahkum edileceklerdir.
Bu lahiyanın basına yansıdığı gün, Antalya-Fethiye’deki bir kahvehaneyi kullanan bir eşkıya, bir jandarmayı öldürmüştü. Beş altı aydan beri Fethiye’deki dağlarda “çapulculuk” yaptığı ve “en ziyade köy kızlarının ırzlarına” geçtiği bildirilen Sırrı ismindeki bu kişiyi aramakla görevli süvari jandarmalardan ikisi, Fethiye’deki kahvehanelerden birisinde su içmek için durmuşlarken, içeride “müsellah kimseler” görerek, kahvehane sahibinden bunların kim olduğunu sormuşlardı. Kahvehane sahibi gerçeği “gizlemeye çalışmasına rağmen”, jandarmalar attan inerek soruşturmaya girişecekleri sırada, kahvehanedeki “şerir” ateş açarak jandarmalardan birisini öldürmüştü.93 Kahvehanelerin bu tür suçlular için bir sığınma yeri olarak işlev görmesi, 1939’da Diyarbakır’dan “katil” ve “soyguncu” olarak aranan Osman’ın İstanbul’a kaçması ve orada bir kahvehanede gizlenmesi örneğinde de görülmekteydi. “Kahvede Gizlenmiş” şeklinde duyurulan haberin ayrıntılarına bakıldığında, Osman’ın, gizlendiği kahvehaneden yapılan baskınla tutuklandığı ve Diyarbakır Adliyesi’ne gönderildiği anlaşılmaktadır.
1934’teki lahiya bu tür olayları önlemek için çıkarılmıştı. Lahiyanın gündeme geldiği sıralarda “şüpheli yerlerde” zabıta tarafından araştırmalar yapılmakta, ani baskınlarla kahvehanelerde esrar, afyon gibi uyuşturucular yanında kesici ve ateşli silahlar ele geçirilmekteydi. “Şüpheli yer” tanımına sokulan en başta gelen mekan kahvehaneydi. Sözgelimi, “Şüpheli Yerlerde Zabıtaca Yapılan Araştırmanın Neticesi” başlıklı bir haberde, polis ikinci şube memurlarının Halıcıoğlu, Beyoğlu ve Büyükdere civarındaki kahvelerde esrar, afyon, esrar sigaraları yanında kahvehane müdavimleri üzerinde bıçak, kama, tabanca bulunduğu belirtilmişti.95 Bundan iki gün sonra yine İstanbul’da, Kuruçeşme taraflarındaki kahvehanelerde yapılan araştırmalarda, sekiz kişinin üzerinde bıçak ve tabanca bulunmuş, silahlar müsadere edilmiş ve taşıyanlar mahkemeye verilmişti.
1934’te özellikle İstanbul eksenli ve buradaki kahvehanelere yönelik silah toplama operasyonları Haziran ayında sürdü. İstanbul’daki çeşitli polis merkezleri, gece mıntıkaları dahilinde şüpheli yer ve şüpheli kişiler üzerinde araştırmalar yapmışlardı. Aynı yılın Ağustos ayı yeni denetim girişimlerini gündeme getirdi. Kahvehanelerdeki kavgalarda pek çok kimsenin yanında taşıdıkları bıçakları kullanması, silah taşıma yasağı ve denetiminin genişletilmesini gerektirdi ve yeni polis kanununa bu silahların da yasaklanmasına ilişkin madde konuldu.97 Konu, 23 Ağustos ayı sonlarında yine gündeme geldi. Polisten izin almadan silah taşımak ve dükkanlarda satmak yasak edildiği halde, bazı kişilerin kama ve tabancalarla halka açık mekanlarda dolaştıkları ve Emniyet Genel Müdürlüğü’nün bunun önüne geçmek üzere yeniden sıkı denetimlere giriştiği basına yansıdı. Haberde, bundan sonra polis memurlarının kendi bölgelerinde “kahve, gazino ve meyhane gibi toplantı yerlerinde silah aramaları” yapacakları duyuruldu.
1934 yılının sonlarına doğru ise silah sahibi olmayı zorlaştırıcı bir kanun teklifi ortaya atıldı. Teklifin gerekçesi, ülkede “işlenen suçların hemen hepsinin yanlarında silah taşıyan sabıkalılar tarafından … [işlendiği] ve bunların silahları toplandığı halde”, bunların yeniden silah edinmelerine yaslanmıştır. Sadece, 1934 yılında, 13188 “harp silahı”, 7070 “adi silah” ve 5000 “yaralayıcı silah” toplanmıştı. Teklife göre, artık ruhsatsız silah taşımak ve satmak yasaklanacaktı.
Silah toplamaya yönelik bu tür yasa teklifleri görüşülürken, silah aramaları hız kesmedi. Aynı yılın sonlarında süren denetimlerde polis memurları kendi sorumluluk bölgelerinde silah aramalarını başlattı, en küçük mahalle kahvehanelerine bile baskınlar yaptı, “kuşkulandığı” müdavimlerin üzerlerini aradı, bu aramalarda “bıçak, tabanca, kama” gibi taşınması yasak olan silahlar buldu.100 Tahtakale ve başka semtlerdeki bazı kahvehanelerin dolaplarında ve raf üstlerinde kama ve bıçaklar ele geçirildi.
22 Aralık 1934 tarihinde silah sahibi olmayı zorlaştırıcı yasa teklifi kabul edildi. 2637 sayılı “taşınması yasak olmayan silahların alım satımı hakkında kanun” başlığını taşıyan yasaya ilişkin yönetmelik ise 2 yıl sonrasına sarktı. 28 Ocak 1936 tarih ve 3/8932 numaralı, ‘taşınması yasak olmayan silahların alımı, satımı hakkında nizamname’, yasak olmayan silahların alınması, satılması, taşınması ve elden ele geçmesini izne bağlı kılmaktaydı. Bu konudaki izin, ilçelerde kaymakamların, illerde valilerin onay ve imzası ile emniyet müdür veya amirlikleri tarafından yazılı olarak verilecekti. Polis teşkilatı bulunmayan yerlerde bu görevi jandarma komutanlıkları yapacaktı.
1934 yılındaki yasa ve 1936 yılında kabul edilen bu düzenlemeyle silah alımsatım işlemleri zorlaştırılmıştı. Silah satın alacak kimse, başvurusunu ilçede kaymakama, ilde valiye yapabilirdi. Kaymakamlık veya valilik, silah satın almak isteyenin durumu hakkında yöredeki adliyenin ve zabıtasının vereceği rapor üzerine bu kişiye silah satılıp satılmayacağını karara bağlayacaktı. Süreci başarıyla geçen kişiye silah satın alabileceğine dair özel bir izin kağıdı verilecekti. Av tüfeği ve cephanesi satın almak isteyen alıcının ise bir av tezkeresi edinmesi gerekliydi. Yasa ve yönetmelikte silah satın alanlar yanında silah ve cephane satıcılarının uyması gereken kurallar da ayrıntılarıyla belirlenmişti.
1942’ye gelindiğinde silah toplamaya dair yeni kararlar alınmaya devam ediyordu. O ana kadar olan girişimler hep taşınması yasak olan silahlar ekseninde sürdürülüyordu. Ancak 1942’de Devlet Şurası Birinci Dairesi’nin verdiği bir karar, idarenin taşınması yasak olmayan silahlar konusunda da tasarruf hakkı olduğunu vurguladı. “Hangi yaştakilere silah taşıma müsaadesi verilebileceği” konusunda toplanan Şura’da alınan karara göre, taşınması yasak olmayan silahların alım satımını düzenleyen mevzuatın, yaş şartına ilişkin herhangi bir kısıtlayıcı hüküm getirmediği; ancak bu durumun idarenin “takdir” yetkisinin “mutlak” olduğu anlamına gelmeyeceği; “emniyet ve inzibat gayesinin” temini amacıyla “yaşları ve bünyeleri”, “aklı melekeleri” olgunlaşmış “reşit” insanlara silah taşıma izni verilebileceği belirtildi. Medeni yasada rüşt için belirlenen yaşın 18 olarak belirlenmesi nedeniyle, Şura da, bu yaşı silah taşıma için gerekli sınır olarak belirledi.
Sonuç; Bu yazıda, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki silah toplama girişimleri eşkıyalık, kabadayılık, külhanbeylik ile silahların toplanıldığı yerleşim yerleri ve mekanlar bağlamında incelendi. Buna göre devletin silah toplama girişimlerinin belirli dönemlerde arttığı görülmektedir. Olağanüstü bir dönem olarak Şeyh Sait İsyanı, yeni devletin kendisini pekiştirdiği 1930’lar bu açıdan önemlidir. 1930’larda silah toplamaya yönelik girişimler, 1932 yılında bu konuda yayınlanan genelge sonrasında artmıştır. 1932’nin bir başka anlamının yeni rejimin kendi polis örgütlenmesine ilişkin ilk yasası olan “Polis Teşkilatı Kanunu” çıkarılması olduğu hatırlandığında105 bu artışın sadece tesadüfilikle açıklanamayacağı ortaya çıkar. 1932 yılındaki bu kanunla en küçük kentlerde bile en az on polis memurunun bulunması zorunlu hale getirilmişti.
Siyasal iktidar halk üzerindeki kendi otoritesini kurma ve genişletme yollarından birisi olarak halktan silah toplamaya önem vermiş; silah toplama yoluyla “eşkıya, “kabadayı” olarak adlandırılan ve siyasal iktidarın halk üzerinde kurmak istediği denetimi engelleyen aracı unsurlar üzerindeki otoritesini kurmak istemişti. Bu unsurların elimine edilmesi ise siyasal iktidarın halkı yönetebilmesini kolaylaştıracak, toplumsal denetimdeki “kolektif sorumluluk” sisteminin doğrudan siyasal iktidarın yönetebilme sahasına girmesine katkıda bulunacaktı.
Silah toplamak bu bakımlardan önemli olunca, silahların bulunduğu yerleşim yerleri ve mekanları öne çıkmıştı. Yerleşim yerleri açısından köylere dek genişletilen silah toplama mücadelesi, mekanlar bağlamında değerlendirildiğinde kahvehaneleri, siyasal iktidarın bu konuda denetim kurmak istediği başlıca yerler haline getiriyordu. Kahvehanelerin erkeklerin bir araya geldikleri başlıca mekan olma özelliklerini cumhuriyetin ilk yıllarında dahi kaybetmedikleri dikkate alındığında106, erkek kimliğinin kabadayılık ve külhanbeylikle karıştığı “kavgaların”, o kimlikle eşleştirilen “silahların” ve sonuçta kahvehanelerde silah toplamak üzere yapılan “baskınların” fazla olması anlaşılabilir durumdur. Kahvehaneler, kabadayılığın ve külhanbeyliğin güç gösterisinin alanıydılar.
kaynak: http://turkoloji.cu.edu.tr/GENEL/serdar_ozturk_silah_toplama.pdf