18. Yüzyıl Sonlarında Afyon ve Çevresindeki Eşkiyalar
Genel olarak devletlerin vazifeleri iki gerekçeye dayandırılabilir. Birincisi memleket içinde sosyal adaleti kurarak halkın haklarını hukuk çerçevesinde korumak, diğeri ise sınırları düşman saldırısına karşı muhafaza etmektir. Osmanlı Devleti’nde klasik dönemde bu esasların gerçekleşmesi için çalışıldığı bilinmektedir. Ancak zamanla Osmanlı Devleti’nin başta askeri, siyasi ve ekonomik olmak üzere bir çok alanda eski gücünü kaybettiği de herkesin malumudur.
Osmanlı Devleti, esasen kökleri XVI. yüzyıla kadar inen siyasi, idari, sosyal ve iktisadi olmak üzere bir çok alandaki bozulmalar sonucu XVII. yüzyılda bir buhran ve sarsıntı içine düşmüştür. Avrupa ve İran ile olan sürekli savaşlar devleti hayli yıpratmış, zaten kötü olan ekonomik durumu daha da kötüleştirmiştir. XVI. yüzyılın sonlarında ortaya çıkmış olan Celali isyanları, Levend hareketleri ve savaşlar özellikle genç erkek nüfusun yerlerinden ayrılmasına dolayısıyla nüfus boşluklarının ve durağanlığının ortaya çıkmasına sebep olmakta idi. Topraklarıyla bağlarını yitiren işsiz güçsüz köylüler, ya taşradaki medreselere, ya bölgesel askeri birliklere ya da devletin doğu ve batı sınırlarına yaptığı seferlere katılıyorlardı. Böylece şehirlerde nüfus fazlalaşarak işsizlik daha da artıyordu.
Artan nüfus, yüksek enflasyon, akçenin aşırı değer kaybetmesi, çeşitli idari bozukluklar ve yolsuzluklar, çıkan Celali İsyanları mevcut durumu alt üst edecek dereceye getirmiştir. Bu anlamda XVII. ortalarında sipahi taifesinden bazı şakiler, büyük bir kargaşanın çıkması için rast geldiklerini zorla kendilerine katılmaya zorlamışlar ancak gerek yeniçerilerin, sipahilere katılmaması gerekse Köprülü Mehmet Paşanın eşkıyaya karşı kararlı tavrı ile bir çok eşkıyayı kılıçtan geçirmesi, olası büyük bir fesadı önlemiştir. Ayrıca bu yüzyılda fetihler durmuş yada yeni seferler, uzun ve çok masraflı olmaya başlamış, buna karşılık yeni toprak kazançları sağlanamamıştır. Böyle bir kargaşa ortamında Osmanlı Devleti, 1683’den 1699 senesine kadar üç-dört devletle on altı sene muharebe etmiştir. Bu savaşlarda özellikle Avusturya cephesindeki mağlubiyetler bir silsile halinde devam etmiş, Balkanlara inen düşman Edirne’yi tehdide başlamış ve bu tehlikeli durum sırasında Arnavutluk, Mora ve Sırbistan’daki Hıristiyan tebaa, düşmanların tahrikiyle ayaklanmışlardır.
XVII. yüzyıl sonunda esas olarak dış devletlerin saldırıları dışında Osmanlı Devleti’nin maruz kaldığı en önemli iç tehdit eşkıyalıktır. Bunun yanında, bir türlü yerleşik hayata geçmeyen aşiretlerin iskânı problemi de devleti epeyce uğraştırmıştır. Yine bu dönemde özellikle idarecilerden kaynaklanan yolsuzluklar, haksızlıklar, halka yapılan zulüm ve konulan ağır vergiler, halkın son derece bunalmasına sebep olmaktaydı. Bu sebeplerle halk, hane olarak veya daha kalabalık gruplar halinde göç etmeyi tercih etmiş, dolayısıyla XVII. yüzyılda bir nüfus hareketi ile karşılaşılmıştır. Esasen bu dönemle birlikte başlayan yenilgiler üzerine eyaletlerden gelen kuvvetler, savaş alanlarında kalmışlar, dolayısıyla şehir ve kasabalar tenhalaşmıştır. Böylece vilayetlerde yavaş yavaş başlayan asayişsizlik savaşların devamından dolayı gittikçe artarak devam eder hale gelmiştir.
Bu sırada Osmanlı Devleti’nde Köprülü Fazıl Mustafa Paşa idareyi ele almış (1689) ve devletin kötü durumunu az da olsa değiştirmiştir. Osmanlı ve Avusturya Devletleri uzun süren savaşın ağırlığını iyice hissettiklerinden, barış için ara sıra girişimde bulunmuşlar ise de bir netice alınamamıştır. Fakat savaşın daha fazla uzaması, barışın biran önce yapılması gereğini gündeme getirmiştir. Osmanlı Devleti ise elden çıkan toprakların hiç olmazsa bir kısmını geri aldıktan sonra barış yapma taraftarıydı. Zaten Anadolu’daki asayişsizlik ve Rumeli’deki Hıristiyan tebaanın isyanları ve son olarak Irak taraflarındaki olumsuz gelişmeler, durumu iyice güçleştirmiştir. Bu şartlar altında 26 Ocak 1699 tarihinde Karlofça Antlaşmasının imzalanmasıyla Osmanlıların askeri kudretinin önemli ölçüde zaafa uğradığı ortaya çıkmış ve asırlarca süren düşman üzerindeki Türk kudreti silinmeye başlamıştır.
Osmanlı Devleti’nde XVII. ve XVIII. yüzyıllarda eşkıyalık hareketlerinin görülmesinin bir çok sosyal ve ekonomik sebepleri bulunmaktadır. Özellikle bu yüzyıllarda yapılan savaşların bir çoğunda ordular yenilmeye başlamıştı. Bunun yanında dirlik sahiplerinin savaşlarda bulunmaları, bölgelerinde otorite boşluğuna sebep olmakta ve azledilen veya öldürülen idarecilerin yanında çalışanlar bir başka idarecinin yanına sığınıncaya kadar başıboş dolaşmakta idiler. Yine askerlerin seferlerdeki memuriyetlerine gitmemeleri veya gidip de kaçmaları bunun yanında sefere katıldıktan sonra terhis edilen askerlerin bulunması, bu askerlerin yağmacılık yapan ve para karşılığı birilerinin hizmetine girmeye hazır, silahlı çeteler olarak kırsal kesimlerde at koşturmasına zemin hazırlıyordu. Ayrıca devlet idaresinin zayıflaması, halktan sefer masraflarını karşılamak için ağır vergilerin alınması gibi olaylar eşkıyalığın daha da artmasına sebep olabiliyordu. Bir anlamda halk, Z. Danışman’ın ifadesi ile “devşirmeler, mürtekip ve mürteşi [rüşvet yiyen] devlet adamları tarafından zorla eşkıyalığa sevk edilmiş oluyorlardı”. Yine O, amacı yağma ve talan olan şakiler ile onların yanında bulunan fakat hükümet merkezinin koyduğu ağır vergiler yüzünden çaresiz kalan, zulüm ve haksızlıklara karşı koyan Anadolu köylüsünü birbirinden ayırmaktadır.
Böyle bir ortamda Osmanlı Devleti, küçük topluluklara veya büyük kasabalara saldıran eşkıyanın tahribatına maruz kalmakta idi. Eşkıyalık hareketleri devletlerin vazifelerini yapamadığının alameti olarak görülmekle birlikte, Osmanlı Devleti gibi merkeziyetçi devletler, konumlarını sağlamlaştırmak için toplumsal huzursuzlukları veya herhangi bir muhalefet hareketini kendi lehlerine kullanmayı bilmişlerdir. Bu anlamda devlet, anarşi tehdidini canlandırmış ve içinde bulunduğu bu olumsuz durumu bir baskı unsuru olarak kullanmıştır. Dolayısıyla bu yüzyıldaki eşkıyalık hareketleri, Osmanlı’nın kendi konumunu sağlamlaştırmak, gücünü pekiştirmek ve toplum üzerindeki hakimiyetini sürdürmek için bir araç olarak kullanılmıştır. Mesela Anadolu’da silah teftişine memur edilen İstanbul Kaymakamı İsmail Paşa, Anadolu’daki eşkıyayı yakalayıp katlettikten sonra bu gibi şakilerin himaye ettiği vergi vermeyen kimseleri hatta Hıristiyanları dahi tekrar vergiye bağlamıştır.
II. AFYONKARAHİSÂR’DA EŞKIYALIK HAREKETLERİ
Osmanlı Devleti’nde, idari taksimatta en büyük eyalet olan Rumeli Eyaleti’nden sonra ikinci önemli eyalet bilindiği gibi Anadolu Eyaleti’dir. Rumeli Beylerbeyliği’nin 1362 senesinde teşkilinden sonra 1393 senesinde Batı Anadolu’da Anadolu Beylerbeyliği tesis olunmuştur. “Karahisâr-ı Sâhip” veya diğer adıyla “Karahisâr-ı Devle” 1451 yılına kadar Anadolu Eyaletine bağlı 12 sancaktan biridir. Eyalet merkezinin Ankara’dan 1451 yılında Kütahya’ya nakledilmesi üzerine Afyonkarahisâr bu tarihten sonra Kütahya’ya bağlanmıştır. XVII. yüzyılda ise Afyonkarahisâr şehri, Anadolu Eyaleti’ne bağlı bir sancak merkezidir.
Şehrin, eski dönemlerden beri bir cazibe merkezi olmasında buranın sancak merkezi olması yanında yolların kesiştiği bir bölgede bulunmasının da etkili olduğu muhakkaktır. Afyonkarahisâr şehrinin sosyal ve ekonomik anlamda canlılığının, Osmanlı Devleti’nin XVII. yüzyılda içinde bulunduğu savaş ortamından olumsuz anlamda etkileneceği aşikardır. Bu tarihlerde diğer Osmanlı şehirlerine gönderildiği gibi Afyonkarahisâr’a da, Macaristan Devleti ile yapılan savaşlar ile ilgili bir çok ferman gönderilmiştir. Bu dönemde inceleme alanımız olan Afyonkarahisâr’a özellikle sefere memur askerlerin görev yerlerinde toplanması, eşkıyalığın önlenmesi ve bu arada Türkmen ve Ekrâd tâifesinin iskânı ile ilgili çok sayıda belge gönderildiğini kayıtlardan anlamaktayız. Dikkati çeken bir durum da gönderilen fermanlarda yukarıda saydığımız sorunların hemen hepsinin her seferinde tekrarlanmış olmasıdır.
Mesela Afyonkarahisâr’a gönderilen bir belgede 1684 yılı içinde cihada çıkılacağı bildirilip ordunun hareket etmeden önce sefer görevi olan askerlerin Edirne’de hazır bulunmaları gerektiği bildirilmektedir. Bunun yanında Anadolu’nun sağ kolunda “fesâd u şekâvet” içinde olanlar ile seferde görevleri olduğu halde halen oturdukları yerlerden hareket etmeyen aynı zamanda bu bölgelerindeki halka zulmeden ve şehirleri tahrip eden Türkmen ve Ekrad eşkıyasının kötülüklerinin önlenmesi gerektiği bildirilmektedir. Devamla bu emrin ulaşmasından sonra gereğinin yapılmasının asla geciktirilmemesi ve sefer-i hümayunda görevli olan bütün askerden bir kişinin dahi evlerinde ve yerlerinde bırakılmayıp hepsinin gönderilerek bir an evvel Edirne’de hazır bulunması gerektiği bildirilmiştir. Ayrıca bu emre titizlikle riayet edilmesi de tembihlenmektedir. Aynı belgede yine memur oldukları sefer-i hümayuna gelmeyip evlerinde bulunanlara aman verilmeden haklarında lazım gelen cezaların verilmesi emredilmektedir. Ayrıca adı geçen bölgelerde şekavet ile gezip halkı katleden ve insanların mallarını yağma eden yol kesici eşkıya ile belirli bölgelere yerleşmeleri gerekirken yerleşmeyenler ile yol keserek fesat ve şekavet üzere dolaşan Türkmen ve Ekrad taifesi eşkıyasının her nerede haber alınırsa derhal yakalanıp haklarında gereken cezaların verilmesi gerektiği bildirilmektedir. Ancak bu sırada kimseye haksızlık yapılmaması da sıkıca tembih edilmektedir.
Benzer konularla ilgili tehditlerin derecesi her fermanda daha da artmaktadır. Yine aynı konu ile ilgili olarak gönderilen bir başka fermanda; Afyonkarahisâr’da oturan askerlerden memur edildikleri sefere gelmeleri gerekirken evlerinden ve yurtlarından henüz ayrılmamış askerlerin bulunduğu bu kişilerin eskiden olduğu gibi açıkça zelil görülmeleri ve konaklarının harap ettirilmesi emredilmekte iken, daha sonraki bir fermanda bu konuda gerekli hassasiyet ve ihtimamı göstermeyenlerin askerlikle alâkaları olmadığı ve sefer-i hümâyuna gitmeyenlerin asker kıyafetinde gezdirilmemesi ve muhâlefet üzere olanların yakalanıp habs ve kalebend edilerek isim ve resimlerinin İstanbul’a gönderilmesi istenmekte ve bölgede ortaya çıkan yol kesici eşkıyanın ve kapısız köy köy gezen levendât taifesinin yakalanması emredilmektedir.
Bu dönemde hükümet, eşkıyalığın en mühim sebebini halkın elinde bulunan silahlarda görmekte idi. Esasen halk bir gecede silahlanmıyordu. Henüz XVI. yüzyılın sonlarında kırsal kesimde köylüler bazen devlet tarafından bazen de kendiliklerinden silahlanıyorlardı. Bu silahlanma K. Barkey tarafından, devletin köylülerin yaşadığı krize verdiği tepkinin, hatta merkezileşmiş denetimi koruma çabasının bir sonucu olarak görülmüştür. Kırsal kesimdeki bu silahlanma köylülerin çiftçiliği bıraktıkları anlamına gelmiyordu. Bu kişiler hem ziraatla ilgileniyorlar hem de devlet tarafından alternatif yarı askeri birlikler olarak görülüyorlardı. Ancak köylüler zamanla çiftçilikle uğraşmak yerine seferlere katılmayı tercih eder duruma geldiler. Öküzünü, atı satıp silah almaya başladılar. Aslında kanun gereği Anadolu’da birkaç senede bir silah teftişi yapılırken son yıllarda bu teftiş ihmal edilmiştir. Ancak saydığımız bu sebeplerden, XVII. yüzyıldaki eşkıyalık hareketlerinden sonra şakilerin gezdiği bölge veya bütün Anadolu’da reayanın silahları toplatılmıştır. Toplanan silahların sayısı 80.000’e yaklaşmakta idi. Aynı konuyla ilgili reayanın ata binmesi, silah kullanması, levend kıyafeti giymesi yasak edilmiş, halk bu emirlere riayet edeceklerine dair “nezir”e bağlanmıştır. Eğer halk emre riayet etmezse, derhal taahhüt ettiği para alınmıştır.
III. EŞKIYALIĞIN HALKA ETKİLERİ
Halkın, devletin içinde bulunduğu savaş halinden ve eşkıyalıktan maddi ve manevi çok fazla etkilendiği muhakkaktır. Bu anlamda 1684 yılında çıkılan Macaristan seferi sebebiyle halktan sürekli vergiler toplanmış, var olan vergiler arttırılmış veya yeni vergileri konulmuştur. Devletin aldığı vergiler dışında Afyonkarahisar Sancağı’nda yol kesen ve eşkıyalık yapan Genç Hüseyin, Behlül oğlu Türkmen ve Küçük Sipahi isimli kişinin kardeşi Osman adlı şakilerin de halktan kanunsuz olarak avarız vergisi topladıkları anlaşılmaktadır. Bu haksızlığın önlenmesi için şehrin mütesellimine gönderilen emirle adı geçen şakilerin yakalanıp İstanbul’a gönderilmesi emredilmiştir.
Gönderilen emirlerde 1685 senesi yada 1686 senesine ait olmak üzere avarız vergisinin toplanmasının emredilmesi, Osmanlı Devletinin içinde bulunduğu zor durumu göstermesi bakımından önemli olup, aslında devletin sadece olağanüstü durumlarda topladığı bu verginin savaşların devamından dolayı bu dönemde sürekli toplanan bir vergi halinde bulunduğunu göstermektedir. Bu durum şehirde zaten bir çok sıkıntı içerisinde olan halkın yükünü daha da ağırlaştırıyordu. Zira halkın, bölgelerindeki eşkıyanın yaptıklarından da son derece rahatsızlık duydukları ve bu konudaki şikayetlerini kalabalık guruplar halinde mahkemeye müracaat ederek sürekli tekrarladıklarını belgelerden anlamaktayız.
Bu konu ile ilgili bir belgede; Anadolu’nun sağ kolunda eşkıya teftişine ve asker ihracına memur olan Genç Mehmed Paşa, Afyonkarahisâr’a vardığında huzuruna gelen ahali, Anbanas köyünden Serkiz oğlu İbrahim’i şikayet edip; “İbrahim kendi hâlinde olmayup şerîr ve ğammâz ve muharrik-i fitne ve menba‘ü’l-fesâd ve vâcibü’l-izâle olup fermân-ı pâdişâhîye itâ‘at itmez ve fetvâ dutmaz ve murâd eylediği hilâf husûslarda hilâf-ı şer‘ itdirir ve hâkimler dahi şer-i mazarrâtlarına havf idüp sözünü icrâr idüp ve pâdişâhın berâtına kalem idhâl idüp tezvîrliğin icrâr ider ve suyun vakf akçesinden para çeker” demişlerdir. Bu konu köy ahalisine sorulduğunda Serkîz oğlu İbrahim’in “şerîr ve ğammaz ve muharrik-i fitne ve sâ‘î-i bi’l-fesâd fi’l-arz olup fermân-ı pâdişâhîye itâ‘at itmeyüp ve bundan akdem bunun emsâli töhmet ile müttehem olup şartına vefâ itmedi ve’l hâsıl mezbûr İbrahim eyü âdem değildir” şeklinde görüş bildirdikleri anlaşılmaktadır. İbrahim isimli şakinin her türlü kötülüğü yaptığı, şehirde bulunan su vakfından para aldığı, buna rağmen kendisine hiçbir şey yapılamadığı ve idarecilerin dahi bu şakiden korktuğu ifadelerden anlaşılmaktadır.
Osmanlı Devleti’nde köylerini terk etmeyen yada eşkıyaya katılmayan köylüler ise eşkıyanın iaşesini sağlamak için köylüleri kullanan çeşitli haydut ve zorbaların kurbanı olmaktan kurtulamamıştır. Zaten eşkıyanın uzun süre yaşayabilmesi için ya idarecileri korkutması ya da soyduğu para ve eşyanın bir kısmını adamlarına; yataklarına ve yörenin idarecilerine vermesi gerekmekte idi. Aksi takdirde eşkıyanın ne barınacak yatak nede sığınacak bir ağa ve zabit bulmasına imkan yoktu. Birçok eşkıya, köylerin ağaları şehirlerin zabit, idareci ve ayanları ile işbirliği yapmışlar, bu suretle kısa bir müddette olsa hayatlarını garanti altına alabilmişlerdir.
Eşkıyalık faaliyetlerinden toplumun temeli olan ailenin de, olumsuz etkilendiği muhakkaktır. İncelemelerimizde dikkatimizi çeken toplumdaki huzursuzluk, Osmanlı Devleti’nin bu dönemde içinde bulunduğu ve eşkıyalığın da ortaya çıkmasına uygun ortam hazırlayan sosyo-ekonomik bozulmanın ve krizlerin bir sonucudur. Bu anlamda Afyonkarahisâr şehrinde, toplumun en önemli unsurunu oluşturan ailede 1684-1686 yıllarında boşanmaların daha sonraki yıllara göre çok daha fazla olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumun farklı nedenleri olabileceği gibi devletin içinde bulunduğu buhranın ve halkın sıkıntılarının, boşanmaların sayısını artırmış olması kuvvetle muhtemeldir. Toplum hayatında değişimin başladığı ilk yer aile olarak kabul edilirse bir kısır döngü olarak toplumda görülen eşkıyalık hareketlerinin temel sebebini ailedeki sosyo-ekonomik sorunlar ve buna bağlı olarak ortaya çıkan huzursuzluklara dayandırmak da mümkün görünmektedir. Toplumun temeli olan ailenin sağlam ve her yönden sağlıklı olması, bütün toplumu iyi yönde etkileyeceği gibi sosyal yapıdaki huzursuzluğun da aileyi olumsuz etkileyeceği muhakkaktır. Bu anlamda eşkıyalık hareketlerinin toplumda boşanma vakalarının oranının artmasına neden olduğunu düşünmek sanırız yanlış olmayacaktır.
Eşkıyalığın önlenmesi için Osmanlı yöneticileri, incelediğimiz Afyonkarahisâr şehri yanında Kütahya, Bursa, Karaman, Sivas, Adana, Diyarbakır, Tire, Manisa, Teke, Menteşe ve Hamid Sancakları gibi birçok yere gönderdiği emirler bu bölgelerde Türkmen, Kürt ve sair eşkıya ile haramî ve yol kesenlerin ve fesat üzere olanların bulunduğunu, bunların halkın mallarına ve canlarına kast etmekte olduklarını, bu sebepten bu şakilerin ele geçirilmesi gerektiği Anadolu’da eşkıya teftişine memur vezir Cafer Paşa’ya gönderilen emirle bildirmiştir. Ayrıca Anadolu’da bulunan levendat taifesi ve kazâlarda bulunan sarıca-sekban taifesinden gerek Müslim kapısında gerek kasaba ve köylerde misafir ve mücavir evli olanların ele geçirilip kefili olanların bir deftere kefili olmayanların ise bir başka deftere yazılıp kefilsiz olanların kalebend edilmeleri ve İstanbul’a bildirilmeleri emredilmiştir.
Yine XVII. yüzyılın sonlarında Anadolu’da eşkıya teftişine memur Ali Paşa’ya gönderilen fermanda Anadolu’da dolaşan harami ve fesat üzere olan eşkıyanın, kazâ ve köylerde gezen levendat taifesinin yakalanıp kalebend edilmesi, yöneticiler tarafından hiçbirisinin himaye edilmemesi tembih edilmiştir. Bunun yanında Anadolu’nun değişik yerlerinden 200 adet eşkıyanın toplandığı bir kısmının öldürüldüğü, diğerlerinin ise yakalanıp teslim edilmesi gerektiği bildirilmiştir. Şayet eşkıyanın Anadolu’da Türkmen ve diğer aşiret ve oymaklara iltica ederlerse bu aşiretlerce ele geçirilerek müfettiş Ali Paşa’ya teslim edilmesi gerektiği bildirilmektedir.
Eşkıyalık normal halkı rahatsız ettiği gibi tüccarları ve ticarî hayatı da olumsuz etkilemekte idi. Eşkıyanın seyyar tüccarlara yaptıkları saldırılar zamanla kervan yollarına düzenli baskınlara dönüşmüş, şehir kuşatmaları şehir halkından düzenli haraç almayı da kapsayacak şekilde yoğunlaşmıştır. Yöneticiler, eşkıyanın ticareti aksatmaması ve tüccarlara zarar vermemesi için son derece titiz davranmaya çalışmışlardır. Bununla ilgili Afyonkarahisâr’a gönderilen bir belgede 50-60 kadar eşkıyanın Kütahya ve Afyonkarahisâr Sancaklarında bulunan ve İstanbul’dan gelen halk ile Türkmen tüccarların önünü kesip eşyalarını yağma ettikten sonra halkı katl ve yaraladıklarının öğrenildiği bildirilmiştir. Bunun üzerine adı geçen eşkıyanın görüldükleri yerde yakalanması hususunda dikkatli davranılması ve nerede haber alınırlarsa tüfekli ahali ile üzerlerine varılması ve yakalanması konusunda titizlik gösterilmesi emredilmiştir. Bu anlamda Kütahya ve Afyonkarahisâr Sancağı kâdılarına gönderilen emirlerde adı geçen bölgede bir miktar eşkıyanın halkın yollarına indiği, mal ve erzâklarını yağma ettiklerinin duyulduğu, bu kişilerin şaki kıyafetinde hangi tarafa giderlerse gitsinler ele geçirilmesi gerektiği emredilmiştir. Ayrıca eşkıyanın firar ettirilmemesi eğer böyle bir hadise vuku bulursa hiçbir bahanenin kabul olunmayacağı da tembih edilmiştir.
İncelenen belgelerde şakilerden yakalananların suçları sabit olanların kalebend edildiğini anlamaktayız. Bunun yanında bir çok eşkıya da çatışma sırasında öldürülmüştür. Eşkıyadan bu şekilde öldürülenler dışında yakalanıp suçlu oldukları düşünülenler varsa sorgusuz sualsiz haps edilmez önce durumları soruşturulur ondan sonra gereken yapılırdı. İncelenen belgelerde şakilerin kalebend edilmeleri dışında yanlarına güvenilir adamlar verilerek İstanbul’a gönderilmesinin istendiğini de anlamaktayız.
Eşkıyanın takibi ve yakalanması sırasında yöneticilerden, halka haksızlık yapılmaması konusunda titiz davranmaları aynı zamanda bölgelerinde bulunan tüccarlara ve kendi halinde olan insanların da bu bahane ile tehdit edilmemesi istenmektedir.
IV. AFYONKARAHİSÂR ÇEVRESİNDEKİ ŞAKİLER VE BİR ŞAKİNİN EŞYALARI
Daha önce bahsettiğimiz üzere Afyonkarahisâr şehrinin işlek yollar üzerinde olması nedeniyle, incelediğimiz dönemden önceleri de bölgede şakiler faaliyette bulunmuş ve Osmanlı kuvvetleri ile mücadeleleri olmuştur. XVII. yüzyılın sonlarında eşkıyalığın engellenmesi ve şakilerin yakalanması hususunda son derece hassas davranılmış, bu işi yapanların isim ve suretleri titizlikle kaydedilmiştir. Belgelerden anlaşıldığına göre XVII. yüzyılın son çeyreğinde Afyonkarahisâr Sancağı’nda bulunan şakiler arasında; Sincanlı ovasında Kara Musa isimli bölükbaşı ve bayraktarı Osman ile arkadaşlarından Kara Mehmed ve diğer Tıraşlı Mehmed, Halil ve yoldaşı Sakallı Mehmed, Karamık kazâsında sarıca bölükbaşısı Ömer Bölükbaşı ve arkadaşları, Küçük Sincanlı’da Abaza isimli sarıca, Büyük Sincanlı’da Boylu köyünde Boylu oğlu İsmail, Sandıklı kazâsında Süglün köyünden Bahşayiş oğlu, Sandıklı’da Yumru köyünden İbrahim Tuzağlı oğlu ve arkadaşları, Sandıklı’da Alaca Mescid’de sakin Sarı Köse, Çay kazâsına bağlı Acarlu köyünde oturan Akkaş ile Kulasa Hüseyin isimli şaki, Kuzulu Emmi köyünden Gürcü Ali ve Küçük Mehmed, Türkmen taifesi eşkıyasından Kefeli cemaatinden Boz Ali oğlu, Duhul Beğli’den Hacı Derviş oğlu Bayram ve kardeşi Kara Mehmed, Firuz oğlu Ramazan ve kardeşi Beşir, Kamer oğlu Mehmed ve arkadaşları Yakub, Cabir oğlu Mirza, İsmail oğlu Hayreddin, Çapanoğlu Ebubekir, Yörükan taifesinden Kara Hasan oğlu İsmail, Türkmen Sefer, Seydî-şehirli Deli Sefer, Çiftçi Kara Ali, Kaplan Bölükbaşı, Deli Murad, Erzurum’lu Solak, Kulaksuz Hacı Sarı Hasan, Bektâş, Genç Ali, Arab-oğlu, Kara Hasan, Burunsuz Küçük Mehmed, Sarı Ali, Kara Ahmed, Barçınlılı Genç Ali, Genç Ali Bölükbaşısı, Deveci Ali, Gedik Receb, Türkmen Ahmed çırağı Genç Mustafa, Küçük Mustafa Bölükbaşı, Deli Abbas, Kara Mustafa, Silifke’den Deli Mehmed, Van’lı Solak, Hamidlü Genç Mehmed gibi şakiler bulunmakta idi. Bu şakilerin ad ve fiziksel özellikleri tek tek sayıldıktan sonra nerede görülürlerse yakalanmaları gerektiği bildirilmiştir. İsimleri sayılan şakilerin yanında ayrıca yakalanan eşkıya varsa bunlarında yanlarına güvenilir adamlar verilerek İstanbul’a gönderilmesi emredilmektedir.
Şakilerin eşyaları ile ilgili bir fikir vermesi açısından Seydi Şehri’nde yakalanan ve Afyonkarahisâr’da kalebend yapılan Deli Sefer’in eşyalarını yazmak yerinde olacaktır. Şöyle ki; Dört adet gümüş kılıç, üç adet gümüş gaddâre (iki tarafı keskin büyükbıçak), bir adet gümüş topuz, bir adet câr kuşak, bir çift bel tabancası, iki adet boy tüfek, iki adet Macar boy tüfek, bir adet kara külünk (taşçı kazması), bir adet gümüş külünk, bir adet gümüş akvâ hançer, bir adet köhne çuka aba, bir adet eski mor sof aba, iki adet beyaz boğâsi, bir adet köhne sarık, bir çift garâre (büyük kıl çuval), bir adet yeşil çukaya kaplı nâfe kürk, iki yan ve bir orta kiçe, bir keski, bir adet kırmızı çuka köhne zenpûş, bir adet köhne nâfe kürk, üç adet kır at ve eyerleri, üç adet doru at ve eyerleri, bir çift tabanca, bir adet siyah seyis, siyah yağız at ve eyeri, bir adet sarı katır, bir adet haydarî (kolsuz kısa hırka), bir adet gümüş işlemeli raht (at takımı), bir adet köhne kurd kürkü, bir adet köhne zenpûş, bir adet gümüş tüfek bulunmaktadır.
Eşkıya Deli Sefer’in, Ahmed isminde bir de hazinedarının bulunduğu ve bütün eşyaların Mütesellim Ahmed Ağa’ya emanet bırakıldığı aynı belgeden anlaşılmaktadır. Bölgede eşkıyalık yapan bir kişinin hazinedarının bulunması, oldukça fazla miktarda malının bulunduğunu göstermesi bakımından dikkate şayandır. Genel olarak katledilen eşkıyanın mallarının hazineye alınması emredilmekte idi. Bu mallar ister menkul ister gayrimenkul olsun devlet hazinesine gelir kaydedilmektedir.
SONUÇ
Osmanlı Devleti, XVII. yüzyılın sonlarından itibaren gerilemeye başlamıştır. Devletin gerilemesinin sosyal, iktisadi, askeri ve siyasi olmak üzere bir çok sebebi bulunmaktadır. 1683’de başarısızlıkla sonuçlanan II. Viyana Seferi ve 1699’da imzalanan Karlofça Antlaşması bütün Osmanlı mülküne menfi olarak tesir etmiş, tabiatıyla bu olumsuz etkiler sosyal, ekonomik ve siyasal alanlarda olmak üzere Afyonkarahisâr şehrinde de kendini hissettirmiştir. Dolayısıyla Osmanlı Devleti’nin sıkıntılı bir döneminde Afyonkarahisâr şehrindeki sosyo-ekonomik yapının oldukça değişken olması kaçınılmazdır. Devletin, bu yüzyılda içinde bulunduğu savaşlar sebebiyle yüzyılın ikinci yarısında eyaletlerden gelen kuvvetler savaş alanlarında hayatlarını kaybetmişlerdir. Bu durum pek çok Osmanlı şehrini etkilediği gibi Afyonkarahisâr’ı da olumsuz etkilemiştir. Bu ortamda şehrin yöneticileri, savaşların halkta yarattığı olumsuz havadan da istifade ederek kanunsuz bir çok vergiler ihdas etmişlerdir. Bu durum halkın ekonomik yönden giderek zayıflamasına sebep olurken aynı tarihlerde şehirde asayişsizlik ve eşkıyalık hareketleri de başlamıştır. Bu hareketlere karşı tedbirler alındığı, normal halkın ve bu arada tüccarların da zarar görmemesi için çaba sarf edildiği sicillerdeki kayıtlardan anlaşılmaktadır.
Ancak bütün tedbirlere rağmen eşkıyalık hareketleri ve bunlarla yapılan mücadelelerden toplumun ve aile yaşantısının olumsuz etkilendiği muhakkaktır. Toplum hayatında ailenin önemli bir yapı taşı olduğu düşünülürse sosyal yapıda meydana gelen bozulmanın bir sonucu olarak eşkıyalık hareketlerinin ortaya çıkmasında, ailenin içinde bulunduğu gerek sosyal gerekse ekonomik sıkıntıların önemli bir yer teşkil edeceği anlaşılmaktadır. Bunun tam tersi olarak toplumda ortaya çıkan eşkıyalık gibi farklı oluşumların da aile yapısını derinden etkilediği söylenebilir. Toplumun temeli olan ailenin sağlam ve her yönden sağlıklı olması, bütün toplumu iyi yönde etkileyebileceği gibi sosyal yapıdaki huzursuzluğun da aileyi olumsuz etkileyeceği muhakkaktır. Bu bağlamda incelenen dönemde eşler arasında boşanmaların arttığı kayıtlardan anlaşılmaktadır ki bu husus yukarıdaki duruma örnek olabilir.
XVII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Afyonkarahisâr dahil, bir çok Osmanlı şehrine gönderilen fermanlarda da görüleceği üzere hep tekrarlanan, daha önce gönderilen fermanın emirlerine -ki bu emirler arasında eşkıyanın yakalanması ve suçları sabit olanların kalebend edilmeleri gerektiği veya yanlarına güvenilir adamlar verilerek İstanbul’a gönderilmesi, sefere memur askerin bir an evvel görev yerlerine gönderilmeleri, Macaristan’dan intikam almak için çok sayıda askere ihtiyaç duyulduğu, bunun için asker yazılması ve bu sırada halka haksızlık yapılmaması vs. sayılabilir- riayet edilmediğidir. Anlaşılan şehirlerdeki yöneticiler padişahın emirlerini yerine getirememekte veya getirmemekte idiler. Bizce her iki durum da Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu zaafiyeti göstermesi bakımından önemlidir. Sonuç olarak devlet yöneticilerinin görevlerini yerine getirmedikleri veya getiremedikleri bu ortam içerisinde eşkıyalık hareketlerinin artması doğal bir sonuç olarak karşımıza çıkmaktadır.